7 Mayıs 2011

Bir itirafcinin kaleminden-14-


                                ONBEŞİNCİ BÖLÜM                              Bir gece vakti idi. Herkes evinde mışıl mışıl uyuyordu, Aile, evini ilçeden uzak,
yolu dahi olmayan bir köyde kurmuştu. Bu yüzden geceleri çok sessiz oluyordu.
Ailenin en yaşlısı Ayşe nineydi. O, eşini çoktan kaybetmişti. Yıllar boyu kendisini
ufacık, ama tatlı mı tatlı yuvasının sıcaklığıyla avutuyordu. Ayşe nine, yaşlı olmasına
rağmen her sabah erkenden kalkardı; ineklerini sağar, akşama kadar bir canından
çok sevdiği torunlarına bakma telaşı ile koşar bir de çayırlara saldığı davarları
bekleyip durmadan evinin önündeki bahçesini sulardı.

NOT...Biz Bu ayse nine olay`inin yalan ve dezinformasyon oldugunu biliyoruz.bunu yazan itirafcinin amacinin ne oldugu zaten kitap okunduktan sonra ortaya cikacaktir.Kitabin amaci bellidir,daha önce semdin sakik üzerinden yapilmak istenen andic ve hedef göstermeler amacli bir kitap oldugu her halinden siritiyor. PKK tarihinde büyük yanlis yaklasimlar,yanlis pratikler oldugu bir gercektir,hepimiz bir sekilde buna sahit olduk ama itirafcinin yazdigi gibi bir tecavüz ve öldürme olayi pkk tarihinin hic bir asamasinda gerceklesmemistir.
kitabi yazan itirafcida bunu iyi bilmektedir.Eger yazarin dedigi gibi bir olay gerceklesmis olsaydi bu mutlaka bir sekilde basina yansirdi,ve tc devleti bunu kullanirdi.
kitabin yazari olan itirafcinin bu olayin nerde?ve kimler tarafindan gerceklestigini aciklayamamasi ve magdur gösterilen ayse ninenin kim oldugunu?nerde oturdugunu izah edememesi bu hikayenin bir yalan oldugunu ortaya koymaktadir.Biz yinede kitabin amacinin anlasilmasi acisindan bu olayida sansürsüz yayinliyoruz.
Editör.

O gece de Ayşe nine, gündüz vakti yaşadığı koşuşturmanın yorgunluğuyla
yumuşacık yatağına uzanmıştı. İki torun sahibi olan Ayşe nine onları çok seviyor olsa
gerek ki, anne ve babaları uyurken onları koynuna almış ikisine de sıkı sıkıya
sarılmıştı.
Ailenin küçücük, ama mutlu bir dünyası vardı. Onlar için hayat çok güzeldi.
Onlara göre mutluluk, lüks arabalarla, yatlarla gezinti yapmak, villalarda yaşamak
değildi. Kuzuların melemesi bile onları neşelendirmeye yetiyordu. Düşmanları yoktu;
herkes onları çok seviyordu. O güne, o geceye değin kimseye kötülükleri
dokunmamıştı. Kim "Allah misafiriyim" deyip kapılarına dayanmışsa kim olduklarına,
nereden gelip, nerelerine gittiklerine bakmaksızın varsa bir lokma ekmeklerini de
onlarla paylaşır ve bundan da büyük bir haz duyarlardı.
Ayşe nineler işte böyle bir aile idiler. Ayşe ninenin tek hayali, oğlu ile gelinine
evlerini donatacak kadar çocuk yaptartmaktı. Çok çocuklu ev ona mutluluk verecekti
belli ki. Eee, bayramlarda sıraya girmiş bir sürü torununa el öptürmek kötü müydü ki?!
Bundan daha masumane istek ne olabilirdi?..
Gecenin sessizliğinde küçücük bir evde, tatlı bir uykuda bulunan aile, bir gün
öncesinde köylerine gelen askerlere de aynı sıcak ilgiyi göstermişlerdi. Köylülerle bir
olup, onlara yiyecek hazırlamış ve hiçbir yerde aynı lezzeti alamayacaklar mis gibi
soğuk ayranlarından ikram etmişlerdi Mehmetçiğe. Oysa ki, bunun suç olduğunu
bilmiyorlardı!
Tatlı uyku esnasında birden kapı çalındı. Torunlarına sımsıkı sarılan Ayşe nine
kapının ısrarla gümbürdemesiyle birden irkildi. Gözlerini oğuşturdu. Üzeri açılan
torunlarının yavaşça üzerlerini kapadı:
- Allah Allah. Kim olabilir ki gecenin bu saatinde?!..
Ayşe ninenin aklına ilk gelen komşu evden birinin olabileceğiydi. Orada hamile
bir bayan vardı. Belki doğum sancılan tutmuştu. Yardım istiyor olabilirlerdi.
Ayşe nine uyurken kolları arasına aldığı dünyalar güzeli iki torununa göz
gezdiriyordu halen kapı çalmışlarının arasında, Onlan Öylesine çok seviyordu ki,
onlara her bakışında kanı âdeta fıkır fikir kaynıyordu. Yanaklarına birer öpücük
kondurdu gitmeden kapıya. Yalnız başına kapıya doğru ilerledi. Diğer ev sakinleri
günün yorgunluğundan olsa gerek kapı gürültüsünü işitmemişlerdi bile. Ayşe nine
kapıya vardığında duraksadı. Üzerindeki geceliğiyle sesleniverdi:
-Kim o?
Kapıyı vuranlardan biri kalın bir ses tonuyla cevap verdi:
- Kapıyı açar mıydınız? Komşu köyden bir misafiriz.
Nine, gecenin bu saatinde kapısını çalan bir misafiri geri çeviremezdi. Şaşkın
duruyordu:
- Biraz bekleyin evladım! Kapıyı şimdi açarım,
Ayşe nine hemen gelini ile oğlunun uyuduğu odanın kapısına yanaştı. Kapılarını
tıklattı:
- Oğlum uyan! Kapıda bir misafir var. Gel de kapıyı aç!
Ayşe ninenin oğlu hemen fırladı yatağından pijamalı bir şekilde kapısını araladı:
- Ne oldu ana, hayırdır? Kim kapıdaki misafir?
Ayşe nine:
- Bilmiyorum yavrum! Komşu köyden olduğunu söylüyor. Belki yardıma
ihtiyacı vardır. Kapıyı aç da bir sor bakalım.
Ne Ayşe ninenin, ne de oğlunun aklından tek bir kötülük geçmiyordu. Neden
geçsin ki? Kimsenin helaline göz dikmemişlerdi ki!
Ayşe ninenin oğlu dış kapının Önüne vardı. O da tıpkı annesi gibi seslendi:
- Kim o?
Kapıdaki, Ayşe nineye verdiği cevabın aynısını verdi.
- Komşu köyden bir misafir...
Ayşe ninenin oğlu yavaşça kapıya elini attı. Tereddüt etmeden kapıyı açtı. Kapı
sonuna kadar aralandığında karşılarına çıkan kişilerin sıradan bir misafir olmadıkları
hemen çarpıverdi Ayşe nine ile oğlunun gözlerine. Kapının ardında kendilerini
peşmerge kıyafeti ile süslemiş birden çok insan vardı. Köylü olmadıkları ilk bakışta
anlaşılıyordu. Üzerlerinde raxt denen şarjörlerin içine konulduğu bir sırtlık, bir
kaleşnikof marka silah ve palaskaya geçirilmiş bir tabanca bulunuyordu. Taş çatlasa
yaşlan yirmiyi bulmazdı. Çoğunun teni bembeyaz idi. Masumane bakışları vardı.
Ayşe nine oğlunun şaşkın bakışları arasında hemen ortaya atıldı:
- Buyurun evladım. Hayırdır gecenin bu saatlerinde? Hele gelin içeriye... Ne
istersiniz buralara kadar gelip de?..
Ayşe nine her zamanki içtenliği ile konuşuyordu. Ancak çok heyecanlı idi.
Hayatında hiç böyle giyimli birilerini görmemişti. Üzerlerindeki silahlan niye
taşıyorlardı acaba? Neden böyle giyinmişlerdi? Pek hayra alâmet değildi ama...
Ayşe nine davetsiz misafirleri içeriye davet etti etmesine de, kendi kendisine de
bu sorulan sormaktan alıkoyamadı.
Kapıda bulunanlardan biri garip bir şive ile şöyle dedi:
- Hayır, girmeyeceğiz!..
Kaşları çatıktı. Etrafına bakındı. Sanki birşeyler tasarlıyordu beyninde. Gür bir
sesle "Heval, Heval" diye mırıldanıp birbirlerine bakındılar. Bu söz onlara bir şeyler
çağrıştırıyordu. Oğlu annesinin kulaklarına fısıldayarak;
- Anne bunlar dağdakiler olmasınlar! Hani, devlete karşı savaşanlar var
ya!..Sağda solda duydum; onlar dağlarda birbirlerine "Heval" derlermiş...
Ayşe nine ürktü. Ama kendisi için değil; oğlu, gelini, torunları içindi bu ürküntü.
O da çok duymuştu "Heval" ismini.
Evet, olmuşa ne çare! Karşılarında duranlar acı bir gerçeği, kanı, ölümü, yıkımı 
temsil ediyorlardı. Onlar PKK'nın militanlarıydı.
Elinde telsiz bulunan iri yapılı militan:
- Haydi arkadaşlar girelim içeri! dedi. (Haydi Heval bıkevin hundır)
Bir kişi kapıda nöbet için durdu. Diğerleri içeri daldı. Ayşe nine onlan misafirler
için kullandıkları odaya götürdü. Her birine birer minder verdi. Elinde telsiz bulunan
militan belli ki grubun başıydı. Çünkü onun direktifleri doğrultusunda hareket ediliyor,
herkes ona danışarak konuşuyordu. Bu militan Ayşe nineye döndü:
- Oğlunu çağır, gelsin buraya!..
Kalktı, büyük bir telaş ile tekrar oturduğu yerden hemen firladı Ayşe Nine;
oğlunu çağırdı. Oğlu militanların yanına vardığında grubun başı çok sert bir üslup ile;
- Hani çayınız yok mu? Hem açız da, bize biraz yemek de getirin, dedi.
Ayşe nine oğlunu yanına aldı, gelinini de kaldırdı. Evde yemek telaşı başlamıştı.
Militanlara önce çay demlendi. Çaylarını içip, yemeklerini de yiyen militanlar sonra bir
köşeye çekildiler. Ev halkından saklı sohbet etmeye başladılar.
On dakika kadar konuştular. Ardından grup sorumlusu Ayşe nine ile oğlunu
çağırdı. İkisini de odanın ortasına oturttu. Onlara aynen şöyle seslendi:
- Bizler iyi niyetimiz ile dağlarda büyük bir özgürlük ateşi yaktık. Mücadele
verdik. Sayısız kayıplarımız oldu. Verdiğimiz kayıpların çoğu, diyebilirim ki
uğradığımız ihanetlerin sonucuydu. Bu ihanetlerden birini daha bir önceki
gün yaşadık...
Militan, bu sırada kolunu kaldırdı. Pencereden göründüğü kadarıyla karşıki sarp
kayalıklardan oluşan dağlan işaret etti:
- Oraları görüyor musunuz? İşte orada bir önceki gün büyük bir çatışmaya
girdik. Bugüne kadar tek çakıl taşını dahi bilmeyen askerler oraları adeta avuçlarının
içi gibi kullanıyorlardı. Bu çatışmada yirmiye yakın arkadaşımızı kaybettik.
Ölülerimizin -şehitlerimizin- bir kısmı parçalara ayrıldı. Kulakları kesilenler dahi oldu.
Biz de öldürdüğümüz iki asker ve yakaladığımız bir hainle yetinmeye çalıştık. Bu
hain, kan emici Türk Ordusu'nun askeri bir personelidir. Kaybettiğimiz
arkadaşlarımızın kemikleri sızlamasın diye bu da... Yaptıklarının cezasını elbet feci
bir ölümle çekecektir. Fakat aklımıza takılan bir soruyu aydınlatmamız gerekiyordu.
Bu soru, askerin bizim bulunduğumuz dağlardaki noktalarımıza değin nasıl geldiğiydi.
Yakaladığımız askere sorduk; O da, burayı gösterdi.
Militan yanındaki arkadaşına baktı:
- Heval, gidip arkadaşların bulunduğu yerden bu unsuru alıp getirin!
Belli ki eve giren grubun dışında başka noktalara yayılmış gruplar da vardı.
Sorumlusundan aldığı talimatla silahını omzuna geçiren savaşçı dışarı çıktı. Yirmi
dakika kadar sonra yanına birkaç kişi daha alarak geri geldi. Beraberinde elleri bağlı,
asker giyimli biri daha vardı. Grup sorumlusu eli bağlı, asker giyimli kişiyi odanın en
köşesine oturttu:
- İşte, dediğim hain bu! Bu şerefsiz arkadaşları ile bizden yirmi can aldı.
Tahmin edin bakalım, bunlara araziyi kim tarif etti? Bunları kim doyurdu ve
üzerimize saldı?
Militan bu sorulan Ayşe ninenin oğluna bakarak sordu:
- Bilemiyorum, diye cevap verdi Ayşe ninenin oğlu. Çok korkmaya
başlamışlardı. Militanların başı neyi ima etmek istiyordu acaba?
Grup sorumlusu Ayşe ninenin oğlundan aldığı cevaba çok sinirlendi. Hiddetli bir
ses tonuyla bağırdı:
- Nasıl bilmiyorsun köpek?!..
Grup sorumlusunun bu tavrı Ayşe nineyi oğlu ile ağlaştırmaya yetti. Garip bir
korku sarmıştı içlerini. Sanki evde bir ölüm havası esiyordu.
Kapılarını ilk vuran militanınsa başı önüne eğikti. Kimseyle muhatap olmadan
derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ayşe ninenin oğlu ile içlenerek ağlaması grup
sorumlusunu daha çok tahrik etmişti. Nedense her insanı insafa getiren bu manzara,
onu, hiç mi hiç etkilememişti. Ayağa kalktı. Esir aldıklarını söylediği askerin yanına
yürüdü. Tam karşısına geçti. Bir ayağını kaldırarak askerin omuzlarından birinin
üzerine koydu. Ve ekledi:
- Senden istediğimizi aldık. Nasıl Ölmek istersin!!..
Askerin hali içler açışıydı. Onu konuşturmak uğruna acımasızca işkence
yapmışlardı. Gözlerinin etrafı morarmış, vücudunda yarıklar açılmış, her tarafi kanlar
içerisinde kalmıştı. Grup sorumlusu çok gaddardı. Durmadan bağırıyor, öfkesini dile
getiriyordu. Suratını astı. Ayağını askerin üzerinden indirdi. Arkadaşlarından birine:
- Üzerindeki kasaturayı getir! Arkadaşlarımızın kan hesabım nasıl
sorduğumuzu görsün bu hainler de!..
Verilen emrin muhatabı kasaturasını kınından çıkardı, sorumlusuna uzattı. Grup
sorumlusu eline aldığı kasaturanın ucunu askerin yanaklarına sürtmeye başladı.
Ardından sert bir hamle ile yanağını kanayacak şekilde yardı. Bu esnada askerden
insanın içini cızlayan acı bir nara çaktı. Bir yandan feryat, bir yandan gözyaşı!..
Yanağından fışkıran kan etrafa sıçrıyordu. Ne büyük trajediydi. Bağlanmış ellerini
yanağına koymuş ölüm öncesi zekareti yaşarcasına çırpınıyordu. Hele yalvarışları...
dayanılacak gibi değildi:
- Abi, ben size kurban olayım. Annem, annem... babam!..
Bazen de ev halkının yardımını isteyerek;
- Teyzeciğim ne olursunuz müdahale edin, diyordu.
Bu manzara dehşetti. Fakat militanlar asla duygusal ve hüzünlü değillerdi.
Adeta zevkleniyorlardı. Aşikardı ki askerin sonu ölümdü. Ama ne ölüm!.. Ölümün
böylesini seçen sanki Sırplardı, Ermenilerdi.
Ayşe nine bu işkenceyi çaresizce döktüğü gözyaşları ile izlemekten öte bir şey
yapamıyordu. Bu iğrenç olay Ayşe ninelerde özellikle ev halkına karşı duyulan
öfkeden kaynaklanıyordu. Gözyaşları arasında atılan çığlıkların yankılandığı evde
grup sorumlusu büyük bir öfke ile bağırdı:
- Susun köpekler!..
Ayşe nineye döndü. Elini sallayarak olduğu yere çöktü:
- Ya siz! Kahpe herifler!.. Hadi bu düşman! Ya siz nesiniz?! Yoo, asıl hainler
sizlersiniz aslında...
Ayşe nine korkuyla militanların başını dinliyordu. Birden; 
 
Babaanneciğim, babaanneciğim, sesleri ile irkildi. Torunları yapılan
gürültünün etkisiyle kalkmışlardı.
Kendilerini çok seven babaannelerine sesleniyorlardı. Daha o gün şiddeti en
iğrenç boyutları ile yaşamaları, körpecik balaların büyük bir hızla koşuşturarak
babaannelerine sarılmaları, insanlık namına utanç verici, bir o kadar da ibret alımcı
bir vak'a idi.
Uykunun sersemliği ile kollarının arasına kenetlenen torunlarım bağrına basan
Ayşe nine, gördüklerinin kötü bir kâbus olması için Allah'a durmadan dua ediyordu.
Grup sorumlusu yine ayağa kalktı. Ayşe nineye seslendi:
- Bırak onları, sen benimle gel!
Ayşe nine yuvalarının yıkılmaması uğruna her denileni yerine getiriyordu. Ayağa
kalktı. Torunlarını oğluna bıraktı. Grup sorumlusunun odadan çıkmasıyla beraber
Ayşe nine de peşinden çıktı. Sorumlu Ayşe nineyi kolundan tuttuğu gibi bir köşeye
çekti:
- Bana bak! Dediklerimi harfiyen yerine getirirsen sizi affederim. Şimdi oğlunla
köye gidecek, bize erzak toplayacaksınız. Kimseye bir şey söylemeyeceksiniz. Eğer
ki en ufak terslik olursa hepinizi öldürtürüm.
Ayşe nine hemen kabul etti söylediklerini. Oğlunu çağırdı. Bir köşeye çekilip
ağlayan gelininin yanına varıp başım okşayarak:
- Kızım sen de gel, dedi.
Evin gelini pek güzeldi. Ayağa kalktı. Kaynanasının peşine tam takılmıştı ki,
sorumlu başını anlamlı bir şekilde sallayarak eliyle durmalarını işaret etti:
- Yoo, o kalsın! Siz ikiniz yetersiniz. O, burada bize hizmet etsin.
Ayşe nine:
- Öyleyse ben kalayım, o gitsin!
Grup sorumlusu:
- Benimle pazarlık yapma! Ne diyorsam onu yap!
Ayşe ninenin oğlu atıldı söze!
- Anne kızdırmayalım. Gidip geliriz....
Ayşe nine kapıdan çıktı çıkmasına da, gözü arkada kalmıştı. Militanlara
güvenmiyordu.
Ortada kalan minik çocuklar, bu kez annelerine koştular. Ayşe nine oğlu ile
birlikte ev ev gezerek militanlar için erzak toplamaya koyuldu. Soranlara ise;
-"Askerler geldi. Operasyona gidecekler; açlar," diye cevap veriyorlardı. Peynir,
ekmek, domates, salatalık ne bulduysalar topluyorlardı.
Evde Ayşe ninenin gelinini yalnız tutan grup sorumlusu belli ki göz dikmişti ona.
Gelin oldukça alımlıydı ve gençti de güzelliğinin yanı sıra. Rivayetlere göre; köyün
birçok genci onu almak için çok koşuşturmuştu zamanında.
Grup sorumlusu kadıncağızı yalnız yakaladıktan sonra ona zoraki sahip olmuş
ve türlü muamelelere tabi tutmuştu. Ayşe nine, oğlu ile beraber ellerindeki erzaklarla
evlerine döndüklerinde hemen gelinine göz gezdirmişti. Ancak gelinini yalnız başına
bir odada, sadece iç çamaşırıyla görünce isyan edecek bir noktaya geldi. Artık onun
için ölümün korkulacak yanı kalmamıştı. Hemen militanların bulunduğu odaya attı
kendisim. Feryat etti! Dizlerinin üzerine kendisini bıraktı:
- Vay Allahım vay; neydi bu başımıza gelenler?
Gözyaşları içerisinde bunu defalarca tekrarladı Ayşe nine. Ardından şuurunu
kaybetti. Zaten ne dediğini de bilmiyordu. Daha fazla dayanamadı. Olduğu yere
yığılıp kaldı. Ayşe nine bayılmıştı.
Ayşe ninenin en son hatırladığı kendisine bakan bir çift gözdü. Bunlar esir
askere aitti. Ayşe ninenin vaziyetine tanıklık eden asker bile kendi acısını unutmuş,
onu düşünür olmuştu.
Ayşe nine gözlerini açtığında başucunda köylülerini gördü. Etrafına büyük bir
şaşkınlıkla bakındı. Aklına militanlar, torunları, oğlu ve gelini geldi. Hemen fırladı.
Evet, Ayşe nineden dinleyelim bundan sonrasını:
"Çok şaşkındım. Ayağa nasıl kalktığımı hatırlayamıyorum. Kalkmaz
olaydım. Keşkem ölmüş olsaydım da görmeseydim onları öyle!"
Diyor ve devam ediyor Ayşe nine:
'Köylüler etrafımdaydı. Aralarından çıkı verdim. Sendeleyerek
yürüyordum. Aman Allahım!.. Etrafıma toplanan köylülerim de ağlıyorlardı. Bir
yandan onlara 'nerede evlatlarım?.." diye soruyor bir yandan da odalara
koşarak canlarımı arıyordum. Kimsenin ağzından çıt çıkmıyordu. Herkes
çaresizce bana bakıyordu. En son kapının önüne baktım."
Ayşe nine bunları anlatırken hüngür hüngür ağlıyordu. Hakkım olmadığı için
daha fazla konuşturarak yıkamazdım onu. Birkaç saat geçti aradan. Sonrasını
sordum. Tabii cevabımı da aldım. Bu cevap beni de yıkmıştı.
"Kapının Önüne dizilmişlerdi yavrularım. Oğlumu ve iki torunumu
öldürmüşlerdi. Keleşlerle acımadan taramışlardı. O kırılası eller nasıl kıydı
yavrularıma."
Ne acıydı kimbilir?!.. Ayşe nine kapısının Önündeydi. Hayatının umut
kaynağıydı onlar. Fakat bu umut bir gece vakti sona ermişti; kefen, tabut olarak
kollarının arasında kalmıştı. Ömrünü heba ettiği, canından aziz tuttuğu yavrularının
cesetleri duruyordu karşısında. Hem de tarifi imkansız bir ızdırap ile.
Ya gelinine ne oldu, Ayşe ninenin? O, öldürülmemişti. Nedenini bilmek elbet
mümkün değildi. Ancak Ayşe nine ile gelini kaybettiklerinin ardından yaşayan bir ölü
olmuşlardı artık. Ve her gün bir kez daha ölüyorlardı. Belki öldürülselerdi kendi
anlatımlarına göre daha iyi olacaktı.
Ayşe nine ile gelini yıllar sonra da mutluluğa yabancılaşmışlardı. Biri soyu
tükenmiş nine, biri genç yaşta ırzına geçilerek dul bırakılmış genç ve güzel bir
kadın... Artık yaşamıyorlardı. Yaşamayı anlamsız bir tarif olarak görüyorlardı. Yıllar
sonra bile Ayşe nine her gün mesken seçtiği bir kayalığa sürekli uğrar olmuştu.
Orada ağıtlar yakıyordu "ya siz gelin yanıma, ya beni de götürün yanınıza" diye.
Lakin evindeki çocuk cıvıltısıyla dolu bir yaşam geri gelmesi mümkün olmayan bir
hayaldi artık.
Evet, bir güzel hayal böyle bitti. Tatlı başlayan bir gece böyle noktalandı.
Yuva yıkan militanlar bu olayı gerçekleştirdikten sonra kaçmışlardı. Sağ
götürülen askerin akibetinden de haber alınamadı bir daha.
Bunlar tarifi mümkün olmayan büyük trajedilerdi. Daha nice yuvalar böyle
yıkılmıştı. Bunların sebebi ise, iliklerimize kadar girmiş olan ihanetlerden
kaynaklanmaktaydı hiç şüphesiz.
Abdullah Öcalan, yapılan bu tür vahşetleri ilk kez İmralı Adası'nda tutuklu
bulunduğu süreçte kabul etti. Öcalan, bu olayların var oluşuna neden teşkil eden
mazereti de şöyle belirtmekteydi:
"Sırf etkili olmak için, en yanı başındaki yoldaşını, halktan yardımcı
dostlarını bile ucuz bahanelerle cezalandırmaktan geri kalmamışlardır. Kürt
toplumunda iktidar olmanın ilkelliği, acımasızlığı, aşiret ve köy ağalarındaki
zorbalık burada daha tehlikeli biçimde karşımıza çıkmıştır."
Abdullah Öcalan bu savunmasında "samimi" olarak değerlendirilebilir. Bence de
samimidir.
Katliamlar yapılmıştır. Birçok masum insan ve adı konmamış bebek
öldürülmüştür. Öcalan, "bunları önlemek için çırpındım" itiraflarında bulunmuştur.
Ancak bu yeterli midir?
Herşeyden önce Öcalan, bu örgütün lideriydi. Bunun hakkını vermek
mecburiyetindeydi. Çünkü büyük bir tarihi sorumluluğun altına yatmıştı. Düşünecekti!
"Bunu kaldırabilir miyim?" diye defalarca kendince istişarelerde bulunacaktı.
Haklı olabilirdi. Katliamları tasvip etmeyerek önlemek istemiş olabilirdi. Fakat
katliamları yapanlarla birlikte yürümeyi de ihmal etmedi. Şu da olabilirdi! Belki dönemi
karşılayabilecek alternatif isimler bulamamıştı. Bu da olabilir!.. Ve lakin bu, onun
sorumluluğunu azaltmaz; bilakis daha da ağırlaştırırdı.
Öcalan bu örgütün lideri olarak, dağdakilerin her şeyiymişcesine gözükmüştü.
Onlara akademik eğitim verebilirdi. Alternatif kadroları bizzat kendisi oluşturabilirdi.
Ama yapmadı!..
Nedense bu sorumluluktan hep kaçtı. Önderini görme heyecanı ile akademinin
eğitim sahasında bekleyen gençlerin coşkularından dizkapakları titrerken. O, onlarla
tokalaşırken dahi samimi olmaktan uzak kaldı. Hatta bazılarım küfredecesine itekledi.
Onların gözleri önünde bir lidere yakışmayacak hal ve hareketlerde bulundu.
Ne mi yaptı?
Daha ne yapacaktı ki!.. Garip giysileriyle kadın ve erkeklerin Önünde göbeğiyle
mi oynaşmadı? Tüm yapı önünde sanki kucağına oturtacakmış gibi ayağa kaldırdığı
bayanlara güvercinlerim mi demedi?.. Üstelik bu davranışlarını video kasetlere alarak
belgelerken bunların karşı tarafın eline geçebileceği ihtimalini dahi hesap
edemeyecek kadar büyük hatalar yaptı.
Hal böyle iken militanların önderlerine sonsuz güven ve sadakat göstermesi
mümkün müydü?
Öcalan, işte bu noktada yanıldı, dönüşü olmayan yollara saptı.
Ayşe ninenin evinde büyük bir vahşet uygulayan PKK, yıllar sonra silah
bırakmaya dek varan inanılması güç entrikaların peşinden koşuşturdu. Gerçekçi
olunsaydı bile bunun kamu vicdanınca nasıl karşılanacağını iyi düşünmek
gerekiyordu. Kuşkusuz her ne olursa olsun bir damla kanın akmaması adına olumlu
bir adımdı bu! Ama bilinmekteydi ki, bunun da arkasında çeşitli hileler bulunmaktaydı. 

Aslında mevcut dağ kadrosunun yapmış olduğu eylemlerin gerçekleşmesine
zemin tanıyan hususları bir kez daha gözden geçirmek gerekmektedir. Düşününüz;
bir örgüt ıssız dağlarda bulundurduğu militanlarını nasıl koruyabilir acaba? Eylemler
nasıl gerçekleşir?! Nihayetinde onlar da insandır; onların da yemeye, içmeye
ihtiyaçları vardır!
Bir silahlı mücadele örgütü elbette ki militan gücüyle varlığını koruyabilir.
Militanlarsa güçlerini kitlelerinden aldıkları destekle muhafaza edebilir. Bu desteğin
adı aslında çok detaylıdır. Eylem yapmak için silah ve mühimmata gereksinim
duyulur. Bunun için finansörlere ihtiyaç bulunmaktadır.
PKK, 1984 yılından itibaren başlamak üzere onbinleri bulan eylemler
gerçekleştirmişti. Demek ki nitelikli silahların temininde zorlanmamış, fazlasıyla
finansör elde edebilmişti. Kırsalda hareket tarzının belirginleştirilmesi için istihbarat
akışına ihtiyacı vardı. Bunun sağlanması güçlü milis ağının oluşturulmasına bağlıydı.
Dağ kadrosu uzun dönem bilinçli bir hareket tarzı yakalamıştı. Demek ki, milis
kazanma arzuları Önemli ölçüde hedefine ulaşmıştı. Madem ki onlar da insan, onların
da gıda tüketimi olacaktı. Lojistik kaynak sağlamak ve bunu kırsala sevk etmek rahat
bir durum değildi. Bunun için çok sistematik çalışan kurye ve komite yetkilileri
gerekmekteydi. PKK'nın dağ kadrosu bir dönem onbinleri aşmış ve 2000 yılı itibarı ile
18 yıl kırsalda barınmıştı. Bir dönem günlük gazetesini dahi temin etmekte güçlük
çekmeyen ve erzak teminim rahatlıkla sağlayan PKK, doğal olarak temel sorunlarım
da çözmüş bir görüntü sergiliyordu. Giyim ve kuşam işleri ise bu faaliyetler içerisinde
sorun olmaktan çıkan ayrıntılardı.
Yukarıda belirttiğim ince ayrıntılara çözüm bulmadan PKK'nın bırakınız
gücünden, varlığından bile söz etmek mümkün olamazdı. Ne yazık ki uzun yıllara
yayılan pratik anlayışın ardından yıkılmış olsa bile -ki tekrardan dirilişi yaşaması
mümkündür- ardında bıraktığı acılarla anılan bir PKK gerçeği vardı artık. Bu gerçeğin
varoluş kaynağında yatan bir de ihanet cephesi vardı.
Dağlarda bulunan hiçbir militan ferdi çalışmalarla uzun vadede başarılı
olamazdı! Ona destek lazımdı; güç lazımdı.
Bu güç elde edilmişti. Kimlerden mi? Çocuğumuzun boğazından kesip
verdiğimiz paralarla adam ettiğimiz, servetlerine servet kattığımız hayvanlardan bile
daha aşağılık unsurlardan elbette!.. Her biri PKK için yaptıkları yardımı fakir insanlarımıza
yapmış olsalardı, şu an yoksulluğu aşmış bir ülke olacaktı Türkiye, belki.
Ama onlar PKK'yı tercih ettiler. Onların silah ihtiyaçlarını, parasal destekleri ile
çözdüler. Halktan kazandıkları paralan da halka kurşun olarak geri çevirdiler!
PKK'ya yapılan yardımların miktarına baktığımızda daha önceki bölümlerimde
de belirttiğim üzere, maalesef milyon dolarlardan bahsedilmekteydi. Doğal olarak,
gerçekçi yaklaşılırsa Türkiye Devleti'nin bütçe açığını fazlasıyla kapatacak parasal
güce sahip bir Örgüt duruyordu devletin karşısında.
Yüce bir milletin oyunu verdiği, umutlarını bağladığı vekiller de aynı kervanın
yolcusuydu. Düne kadar eli mahkûm gariban görünümlü iken, amaçlarına
ulaştıklarında ihalelere fesat karıştıran, sağdan soldan para çarpan riyakârlar cepleri
ve banka hesap cüzdanları hayli dolunca formalite icabı çağırıyorlardı bir militanı,
"Size yardım etmek istiyorum. Ancak ortaya çıksa bile kendimi savunacağım bir
kozum olmalı", diyorlardı. Kendilerine ceza kağıdı yazdıracak kadar dahi
alçaklaşabiliyorlardı. Maksat, bir gün ortaya çıkarsa "Yahu korktum. Yoksa beni
öldüreceklerdi. Aha işte kanıtı", demek içindi.

Yalandı tüm söyledikleri. Ama nedense duygusal bir milletiz. Hemen kananz
söylenenlere. Sanatçıların klasik, çürümeyen sözleri vardır: "Halkımız olmadan biz
var olamayız. Onlar başımızın tacıdır." Eh, yalan da değildir doğrusu.
Bazıları çok duygusal görünürler. Tek cevherleri sesleridir; bunu kullanırlar.
Sömürüye yeltenirler. Kılıktan kılığa girerler. Sırf kaset satışlarının çoğalması için
yapılır bunlar.
Paranın gözü kör olsun; duyuramamıştı ki bu güne kadar onları. Bir alırlar yüz
isterler; sonra bin yok muydu, diye düşünürler. Bunları çalışarak elde
edemeyeceklerini iyi bilirler. Kaset satışlarının çatısı altında eroin, kokain vb.
uyuşturucu ticaretini yapmanın daha kârlı olacağı kanaati ile bu işe soyunurlar.
Halktan alınan paralarla güçlenen bu ihanet şebekeleri, bir yandan beyaz ticaretine
girerek gençliğin zehirlenmesini sağlarlarken, diğer yandan da haklı buldukları PKK
hareketini maddi anlamda desteklerler. Hem de öyle ufak tefek de değil, milyon
dolarlarla yapılır bu yardımlar. Bunlar aynı zamanda silah olarak dikiliverir halkımızın
karşısına.
Sözüm muhataplarınadır!
Oysa ki evlatlarını yıllarca çektikleri çilelerle büyüten anneler koşmuşlardı,
Doğu'da alevlenen yangına... Asker yapıp, göndermişlerdi evlatlarım bir "kör kurşun
yedi" haberini almak pahasına. Bilselerdi ki o kör kurşun bir pazar vakti dinlemek için
satın aldıkları kasetin parasıyla alınmıştır, ne yaparlardı acaba?
Kimi yetim hakkını gasp ederek, kimi çalarak, kimi de boş vaadler savurup
gurbette yaşayan insanlarımızı kandırarak şirketler, holdingler kurmuşlardı. Onlardan,
onları büyüten derenin kaynağı hiç sorulmamıştı. Üstüne üstlük bir de devlet
imkanları serilmişti ayaklarının altına. İşte bunlar, devlet imkanları ile, evlatlarını
öldürttüğü dul annelerin üç kuruş parası ile PKK'nm dostu olan nankörlerdi.
Kulaklarımızı iyice açalım ve defalarca şu sözcüğü okuyup ibret alalım: Eski
düşmanın dost olamayacağı gibi, ekmeğini yediği yere ihanet edenin de kimseye ne
hayrı ne de faydası olacaktır. Bu ihanet tarifi, adı kitabımıza taşınmış olan Doğu
Perinçek, Akın Birdal, İbrahim Tatlıses, Ahmet Kaya, Halis Toprak gibi isimlerin yanı
sıra mevcut bilgi sahibi olunmasına rağmen belgelendirilemeyen ihanetçiler olarak
rivayet edilen Fetullah Erbaş, Mahsun Kırmızıgül, Uluç Gürkan, Cengiz Çandar, M.
Ali Birand, Fadıl Akgün-düz vb. daha nice bilinmeyen kişiliklere ithaf edilerek yorumlanmıştır.
Kimi parasıyla, kimi kalemiyle, kimi düşüncesiyle, kimi de aktif faaliyetleriyle bir
zamanlar PKK ile kolkola sırt sırta olmuşlardı. Bunların hepsi aslı sorulacak olursa
Apo'dan daha tehlikeliydiler. Zaten Apo'nun kendi deyimiyle nasıl büyüdüğünü dahi
anlayamadığı PKK'yı bu kimselerin abartarak, günümüze değin taşıdıklarını hepimiz
bilmekteyiz aslında. Ancak, içten sinsice hazırlanan bu tezgahı isimlendirerek tarif
etmekten maalesef yıllar boyu zorlanmışızdır veya işine gelmediği için bunları
saklamaya gayret edenlerin etkisi altında kalarak yanlış yola itilmişizdir. Tüm isimleri
kamufle ederek ortaya atılan iddialar şer odakların veya karanlık güçlerin tarifiyle izah
edilmeye çalışılmıştır.
Yukarıda isimlendirilenler için konulan ad; "suç odakları, karanlık güçler" idi.
Yukarıdaki isimlendirmeleri sınıflandırırsak ortaya çıkacak tablo aynen şöyle
olacaktır:
Doğu Perinçek, Akın Birdal, Fetullah Erbaş PKK'mn manevi ağırlığını artırarak
hissettirmesi amacıyla giriştiği siyasi ve askeri faaliyetlerini desteklemişlerdi. Bu çizgi
doğrultusunda örgütü legal zemine kaydırma girişiminde bulunmuş, şehir veya kırsal
militanlarını döneme göre yönlendirmekte tereddüt dahi etmemişlerdi.
Aynı zamanda yardım adı altında gizli kampanyalar oluşturmuşlardı. PKK'nın
silahlı mücadelesini haklılaştırmak da görevleri arasında olmuştu.
Ahmet Kaya, PKK için pek önemli bir isim olmasa da yıkıcı ve bölücü birtakım
faaliyetler içerisine girmişti. Zaman zaman yaptığı çıkışlarla kendi sevenlerini çok açık
şekilde örgütü desteklemeye davet edebilmişti. En önemli katkısı kırsala gönderilmesi
amacıyla yaptığı parasal yardımlar olmuştu.
İbrahim Tatlıses ile Mahsun Kırmızıgül'ün adı Öcalan'ın yakalandıktan sonraki
ilk ifadelerinde de geçmekteydi, her ne hikmetse bu isimler kimi rantçıların girişimleri
sonucu kamuoyundan saklı tutulmuştu. Bu olayların perde arkasında bir zamanlar
Türkiye Devleti'nin başbakanlığını yapmış siyasal bir parti liderinin olduğu rivayet
edilmekteydi. Bu adı geçenlerin faaliyetleri Ahmet Kaya'nınkine oranla daha fazla ve
PKK adına daha tatminkâr olmuştu. Dağda güvenlik güçleriyle girilen çatışmalarda da
bulunmuşlardır.
Uluç Gürkan, Cengiz Çandar ve M. Ali Birand gibi isimler ise PKK ile
mücadelede güvenlik birimlerini kötüleyici ve yıldırıcı çalışmalarda bulunmuşlardı.
Açıklamalarıyla, köşe yazılarıyla kamuoyunu yanlış yöne iteleyen bu isimler bir zamanlar,
PKK'nın yaptığı katliamları devletin yaptığını iddia dahi etmişlerdi. Buna da
kontrgerilla adını vermişlerdi. Çeşitli aşiretleri, koruculuk görevlerini icra ederlerken,
pasivize ve demoralize etmek için yalan yanlış beyanatlarda bulunmuşlardı. Kısa
süre Öncesinde PKK'nın doğuşundan yıllar sonrasına değin yıkamadığı ve direnişini
kıramadığı Siverek'in kahramanı Bucak aşiretine ve bu aşiretin lideri Sedat Bucak'a
yönelik çirkin ve asılsız iddialar anımsanılacak olursa, bu isimlerin görevlerini ne denli
planlı uyguladıklarını, açıklık kazanacaktır. Ortaya attıkları kontrgerilla adı da
tamamen bilinçliydi. Aynı isim, PKK saflarında da yaygın şekilde militanları
hırslandırmak amacıyla kullanılıyordu. Onlara göre iyi bilinmekteydi ki, PKK'yla
mücadele eden birimlere kontrgerilla adı takılırsa, PKK mücadelesinde haklı bir
konuma geçmiş olacaktır. Çünkü; kontrgerilla, karşı gücün gerilla hareketi olduğu
savını güçlendiren bir tanımdı. Gerilla hareketi ise; halkın iradesi ve tamamen
katılımcı direnişinin bütünleyici ifadesi olduğundan, bu sav süreç içerisinde Türkiye
içerisinde oldukça sıkıntıya meydan vermişti. Bu durumun Avrupa ve hatta cihan
ülkelerine kabul ettirildiği düşünülürse, bunun ne kadar büyük bir kabus olacağı
belirgin, kaçınılmaz bir realitedir. Doğal olarak diğer unsurlara göre, bu dalkavukların
yaptıkları daha tehlikeli bir boyut kazanmıştı.
M. Ali Birand'ın bir dönem PKK'nın elebaşısı Abdullah Öcalan'ın ziyaretine
gittikten sonra onunla yaptığı söyleşiyi nasıl da ballandırarak topluma yansıttığı
unutulmamalıdır. Yine beraberinde getirdiği görüntülü bir kaseti yayınlamak için ne
denli sinsice çabaladığına tanık olunulmuştu. Neyse ki, bu kaset son anda ele geçmiş
ve Apoist zihniyetin bu görüntüler ile topluma aşılanmasının önüne geçilmişti. (Nitekim
yanlışlıkla görüntülenen ve Öcalan'ın ruhsal dengesizliğinin de kaydedildiği
kaseti, yanında muhafaza eden M. Ali Birand güvenlik güçlerine yakalatarak
toplumun devlet eliyle bu kaseti izleyebilmesi önemli bir ayrıntıydı.)
Bunların hedefleri arasında, PKK'yı devlet detaylarıyla açan ve örgütün en
büyük kabusu olan itirafçılar da vardı. Bunlar da yıpratılarak devletten koparılmaya
çalışılmıştı. Nihayetinde kendini bilmez birkaç kişinin hatalarını genel kavram olarak
kullanan bu tezgahtarlar hedeflerine bir nebze olsun ulaşmışlardı. Devlet ne yazık ki

kendisine sığınan, ölümüne çalışmalarda bulunan itirafçıları, bu iddialar doğrultusunda
yalnızlığa itmişti. Sonuçta devleti daha temkinli olmaya zorlayan birtakım
illegal çalışmalar başgöstermişti. Bu da; periyodik, taktiksel çalışmalar arasında
meyvesi en iyi alınan yaklaşım tarzı olmuştu.
28.07.1999 tarihli FP Bingöl Milletvekili Korkutata'nın Meclis konuşması
tezgahın sadece küçük bir ayrıntısına delil olma niteliği taşımaktadır.
FP Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata Meclis kürsüsüne çıkarak saat
23:48 sularında yaptığı konuşmasında itirafçıları aslı bulunmayan ithamlarla
suçlamıştı.
Abdullah Öcalan ile bir zamanlar flört eden Necmettin Erbakan'ın güdümündeki
RP'nin devamı FP'nin Milletvekili Korkutata'nın, Apo'nun içine girdiği çözümsüzlüğün
hırçınlığı ile masumane devletçilik tavırları içerisine girmesi ile itirafçıları hedef alıcı
sözler kullanması düşündürücüydü. Aslında hedef seçtiği PKK tomurcuğu itirafçılar,
her daim, kolay lokma olmadıklarım pratikleri ile ortaya koymuşlardı.
Korkutata, meclis konuşmasında sırf puan toplama hevesi ile; "itirafçılar iftira
atıyorlar. Bunlar faili meçhul cinayetler işliyorlar. Korucularla rant elde ediyorlar",
iddialarını Türkiye'nin gündemine getirmeye çalışmıştı.
Çok iyi biliniyordu ki, Korkutata'nın bu sözleri çöküş süreci yaşayan Apoizmi
kurtarmanın telaşı ile estirdiği fırtınalardan başka bir amaç taşımıyordu.
Korkutata, itirafçıları genel manada eleştirmenin yanlış olduğunu biliyordu
aslında. Doğruydu birkaç çapulcu, birer suç mekanizması olmuştu. Fakat istisnai
durumları birer kaide imiş gibi göstermek büyük bir yanlış olmakla beraber, esas gaye
yeni bir oluşumla devletin güç yitirip bölünmesini çarçabuk kolaylaştırmaktı.
Fadıl Akgundüz, Halis Toprak, Ceylanlar vs. kimseler ve daha nice işadamları
sadece ideolojik bağlamda inandırıcı buldukları PKK'ya gönüllü parasal yardımlarda
bulunmuşlardı. Onlara göre; PKK'ya akıtılan milyon dolarlar kazançlarının yanında
devede kulak kalırdı.
Bu isimlerin deşifre edildikten sonraki tutumları maalesef aşinadır. Şaşırmaya
gerek yok! Şüphesiz verecekleri cevap eğer ki lütfederlerse "korkmuştum" olacaktır
sadece.
Peki, onlar korkmasın, vurulmasın diye verdikleri paralarla alınan silahların
hedefi olan binlerce gencin ölümüne yol açmak pek masumane bir tavır mıydı
acaba?! Eğer ki bu cevaplar yargıya kâfi gelmişse demek oluyordu ki, Türkiye'de hiç
suçlu yoktu!!! Kimsenin de cezaevlerine girmemesi gerekiyordu. Pardon!
tecavüzcüleri ve hırsızlan saymazsak!.. Yoksa onlar da mı suçsuzdu?!.. Çünkü ne de
olsa onların da bunları yapmak için mutlak geçerli bir nedenleri vardı. Mesela; bir
kadının mini eteğinden çıkan güzel bacaklarına içlenerek herşeyi göze alıp tecavüze
yeltenen bir genç, suçu işledikten sonra polis tarafından yakalanınca; "Çoktandır
biriyle beraber olmamıştım. Bir anlık zaafiyetime yenildim. Üzgünüm, bir daha böyle
birşey olmaz. Aslında suç biraz da ondaydı. Beni tahrik etti", gibisinden bir hikâye uy
durabilirdi. Veya çaldığı bir otomobil ile yakalanan bir genç savunması alınırken,
"İnanın ben suçsuzum. Yolda yürürken kim olduklarını bilmediğim birkaç kişi kafama
silah dayadı. Bana; bu arabayı çalmazsam aileni yok ederiz, dediler. Nerede oturduğumu
da biliyorlardı. Herşeyi ailemi kurtarmak adına yaptım. Çok korkmuştum", diye
daha değişik bir senaryo uydurabilirdi.
Biraz ciddi olmak gerekmektedir. Çünkü ciddiyet, inandırıcılık ve güven her
devletin devlet olma gereklerindendir. Bu doğrultuda bu tür demogojilere, duygu
sömürülerine dayalı her türden savunma şekliyatı ne kadar doğru ise, adını açıklama
gereği duyduğum unsurların savunmaları da ancak o kadar doğru olabilirdi.
ERNK İstanbul Temsilciği'nin adım yazdığım şahısları raporunda işlemesi,
bunların örgütle olan bağlantılarına tanık olma ve Apo'nun ilk ifadelerinde İmrah
Adası'nda iken verdiği ifadeler tesadüfi bir vaziyet değildi. Allah'ın nasıl bir takdiriydi
ki; önce Perinçek'in maskesi düşmekte, ardından ERNK'nin Haziran 1998 tarihli
raporu ile daha bir çok gizli hain de deşifre olmakta, Apo'nun verdiği ifadelerse tüm
bu gerçekleri inkâr edilemeyecek noktalara taşımaktaydı.
Ayrıntısıyla gireceğim ERNK'nm Haziran 1998 tarihli raporunda, uğruna
öldürüldükleri yandaşlarını da nasıl bir dille küçük düşürdüklerini irdelemekte fayda
vardır. Bu raporda, yıllarca haksız yere olsa da sağladıkları kazançlarını örgüt ile
paylaşmaktan kaçınmayan Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibi isimleri eroin tüccarı
olarak işleyen ERNK bu yaklaşımı ile PKK'nın genel mânâda bırakınız düşmanlarını
kendi elemanlarını dahi ne kadar değersiz bulduğunu çok bariz şekilde gözler önüne
sermektedir. Oysa ki yüzlerine veya yakınlarına karşı kahramanlık teorileri üretilmiştir.
Zaten böylesi bir oluşum içerisinde hümanizm aramak aptallık olur. Kısa süre
öncesine gidilerek Apo'nun verdiği beyanatlara bakmak, belleklerimizde oluşan
karanlıkta kalmış soru işaretlerini aydınlatmaya yetecektir herhalde. Mesela; önüne
dizdiği bir sürü militana hitaben yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
"Şu ana kadar diyorlar ki otuzbin kişi ölmüş. Ne yani? Bu bir savaştır.
Elbette kan dökülecektir. Çünkü bu durum, koşullarımızın gerçekleşmesi için
gerekli yegâne seçenektir. Bize başka da seçenek bırakılmamıştır. Gerekirse
otuzbin kişi daha ölür."
Abdullah Öcalan yine 1993 yılı talimatlarında insanlığı ayaklar altına alarak
şöyle demişti:
"Düşman bizimle savaşmaya korkuyor. Köşeye sıkıştılar artık. Sınır
karakollarını korumaktan aciz kalmıştır. Merkezlere ve yoğun işbirlikçi yerleşim
bölgelerine çekilmek zorunda kalmıştır. Bizden korkan bir düşman sivil
destekçilerimize yönelecek kadar zavallı bir duruma düşmüştür. Lice'de yapılan
katliamı, tıpkı diğer bölgelerde yapılan katliamlardan sonra düşmanı
uyardığımız gibi tekrar kınadığımızı belirtir, son kez uyarıda bulunarak bu tür
olayların bir kez daha vuku bulması durumunda Türk metropollerini kana
bulayacağımızı ve bunu misilleme hakkı sayacağımızı belirtmek isterim.
Bundan sonra her Kürt'ün canına karşılık bir Türk kanı akıtılacaktır. Bu vesile
ile Kürdistan'da izinsiz görev yapan ve kimliğinde 'Türk yazan kimi görürseniz
öldürün!!!"
Öcalan'ın esas kişiliği 1996 tarihinde Serxwebun dergisine verdiği beyanatla
daha çarpıcı şekilde ortaya çıkmıştır. Öcalan, kısa ve öz olarak şöyle demekteydi:
"Kentlere ineceğiz... Neye mal olursa olsun bir otobüse binmek zor
değildir., bir uçağa binmek zor değildir!"
1993 yılında yaptığı açıklamanın biri Apoizmin savaş felsefesini daha
berraklaştırıyordu:
"Savaşta acıma yoktur. İnsan insana acır, denilir. Doğru, insan hayvanlara
da acır. Ama canavarlara, canavarlaşan insanlara acımak, acıyanın sonunu
getirir. Bunun tasfiye olmaya götürmekten başka bir sonucu da yoktur. Daha da
öteye gidiyoruz ve diyoruz ki, düşmana gözü karaca vurulmalı, her vuruşta
kinimiz fış-kırmalıdır..."
Abdullah Öcalan'ın iddia ettiği Lice olayı, 1993 yılında çıkan bir çatışma sonucu
çok sayıda insanın bu ilçede öldürülmesi durumunun izahatıydı. Apo, buradaki olayı
bir çatışma olarak yorumlamamıştı. Doğrudan devletin tek taraflı provokasyonu ve
katliamı olarak özetlemişti. Oysa ki bu doğru değildi.! İlçe merkezine örgüt tarafından
saldın gerçekleştirilmişti; resmi kurum ve kuruluşlar hedef seçilerek tahrip edilmiş,
güvenlik güçleri de buna karşılık verince çok sayıda insan aralanmış veya hayatını
kaybetmişti. Ancak, ölü sayısının artmasını bir nebze olsun devletin ihmalkârlığı sonucuna
bağlamak mümkündür. Fakat provokasyonu arzulayan tarafın PKK olduğu
açıktı. Çünkü PKK, sadece bu olayda değil, daha bir çok yerde bu tür taktikleri
uygulamaya sokmuştu. Örnek olarak; Bahçesaray'a bağlı Sündüz yaylasında çoğu
çocuk ve kadından oluşan toplu kıyım gösterilebilir. Bu olay hâlâ hafızalardan
çıkmamıştır. Eğer ki hatırlanırsa PKK, bu olaydan hemen sonra yaptığı katliamı savunamaz
duruma düşmüş doğrudan güvenlik güçlerinin bu olaydan sorumlu olduğunu
yaymıştı. Bir de; katliamın kınandığı ve kanın yerde bırakılmayacağı açıklanmıştı
örgüt tarafından.
Apo'nun yollamış olduğu talimatın son kısmına bakıldığında ırkçılığın nasıl
provoke edildiği görülecektir. Nitekim sözde kendilerinden izinsiz görev yapan
Doğu'daki Batılı siviller öğretmenler katledilmişlerdir. İşte bu zihniyet öyle bir sürece
damgasını vurmuştu ki, metropollerde resmen sivil avına çıkılacağı söylenerek,
Türkiye genelinde bulunan herkes açık bir dille tehdit edilmişti. Turistlerin Türkiye'ye
giriş yapması zorlaşmış, kimse evinde rahat uyuyamaz olmuştu.
Sormak lâzım; nasıl oluyor da binlerce insanın ölümüne binlercesini daha
eklemeyi göze alabilen Öcalan, bir karıncayı dahi ezmekten sakındım, diyebiliyordu!
Yargı önüne çıktığı vakit suratındaki ifade değişmişti. Değişmesine de eskiden doğru
bulduklarım savunamayacak duruma düşmesi herkes tarafından oldukça
yadırganmıştı. Esasen seveni de, sevmeyeni de yanlış dahi olsa otuz yıl boyunca
savunduğu davasına ve örgütünün stratejik hedefine ters düşmeyecek açıklamalar
bekliyordu Öcalan'dan. Ancak O, uğruna savaştırdığı binlerce kandırılmış gençle
yürüttüğü davasını eli kelepçelendiği andan itibaren bir hayal olarak değerlendirdiğini
beyan etmiş, büyük bir "U" dönüşüyle nihai hedefinin yanlış anlaşıldığını, Türkiye'yi
ve Türkler'i çok sevdiğim, Bağımsız Özgür Kürdistan Devleti'ni kurmak gibi bir
amacının hiçbir dönem olmadığını, tüm çalışmaların kültürel hakların elde edilmesi
amacıyla yapıldığını ifade etmişti.
Evet, meğerse ölümüne giden binlerce insanla birlikte devletin ekonomisini
çıkmaza sokan koca örgüt, sırf Apo'nun kültürel istemleri yüzünden yıllarca
savaşmış... İyiki de devlet kurmak istememiş; yoksa vay Türkiye'nin haline mi diyelim
şimdi?!.. Buna kargalar bile güler... Oysa ki Öcalan'ın 1997 tarihli Med TV konuşması
hiç de kültürel bir talep içermemektedir. Öcalan şöyle demiştir:
"Bundan birkaç sene evvel kaç Kürt biraraya gelebil iy ordu? Kürtler
dünyada ne haldeydiler? Bazıları bu savaşın hoşnutsuzluk yarattığını, zorluklar
doğurduğunu söylüyorlar. Peki halkı için ne kadar kan dökmüş? Sen
Özgürlüğün için kan dökmezsen kim sana ülke verir, kim sana şeref verir?"
Aynı Apo, devletin elinde iken de yazılı savunmasında şunları dile getirmişti:
"... Demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında ayrı devlet,
federasyon, otonomi vb. yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol 
açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma, bana çok
önemli geldi."
Öcalan devamen savunmasında, gereksiz eylemlerin yapıldığını, yanlışlıkların
olduğunu, acısını iliklerine kadar kendisinin de yaşadığını, barışa halkın da ekmek, su
kadar ihtiyaç duyduğunu, bu çerçevede cumhuriyetin özüne bağlı kalınarak
demokratik cumhuriyet şemsiyesi altında birleşilmesinin zaruri olduğunu savunmuştu.
Hatta daha ileriye giderek geçmişini inkar niteliği taşıyan sözlerin altına imza
koymuştu. Ayrılmış bir Kürdistan'ın bitmiş veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerin
malikânesi olmaktan öteye gidemeyeceğini; ayrılmış bir Kürdistan'ın halkın değil,
yabancı ve işbirlikçilerin olabilir ki, bu da, ağırlıklı olarak hayalidir, ancak çıkar
güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır, demekten kendini alıkoyamamıştı.
PKK'nın 1991 yılında başlayan ciddi ağırlığı 1994 yılının bahar dönemine kadar
devam etmişti. Bu süreç içerisinde çeşitli noktalarda güvenlik güçlerinin savunmaya
geçtiği doğruydu. Bu dönemler örgütün paylaşım şovunu gerçekleştirdiği yıllardı. Her
eyaletin basında bir merkezi üye bulunduran örgüt, bu eyaletleri bulundukları
aşamaya göre takviye güçlerle destekler olmuştu. Örneğin; Botan Eyaleti diye
nitelendirilen alan doğru bir teşhis koyacak olursak belirtilen süre içerisinde saldırıya
geçmiş ve kızıl veya kırmızı diyebileceğimiz bir alan, olmuştu.
Neydi kızıl veya kırmızı alan?
Bu nitelendirme genelde gerilla mücadelesi yürüten ülkelerde Özgürlük için
başkaldıran halk gücünün hakimiyeti altına aldığı ve karşı gücü inine hapsettiği
alanlar için yapılır. Bu alanlarda işgalci diyebileceğimiz güçler arazi hakimiyetini
yitirmiştir; operasyon yapamaz olmuştur. Her şey halk gücünün yani gerillanın
denetimi altındadır.
Tabii PKK'yı "gerilla" tabirinin dışında tutmak gerekiyor. Evet, doğrudur; PKK, bir
noktaya kadar Kürt halkının gücüyle büyümüştür. Ancak bu gücü elde etmesinin
altında yatan sır perdesi kandırmacaya ve iyi niyetin suistimal edilmesine dayalıydı.
Dikkat edilirse bu sır perdesi aralandıktan kısa bir süre sonra bu harekete katılım
sağlayanlar geri dönüşe geçmişlerdi. Daldığı derin uykudan uyanan Kürt halkı ise,
büyüttüğü örgütü devlete dönüş yaparak yok oluşa ter-ketti.
Fakat PKK'nın gerilla hareket tarzını inkar etmek mümkün değildir. Botan'da
kızıl (kurtarılmış) bölgeler oluşturulduğu, bazı eyaletlerde kısıtlı sürede denge
aşamaları yaşandığı reddedilemeyecektir.
Öcalan, kısa vadeli de olsa dem demi hakimiyet pratiğini büyük bir sevinçle
karşılamıştı. Tüm talimatlarında Botan dışındaki eyaletlere Botan'ı ve orada verilen
mücadele tarzını Örnek gösteriyordu. Bu münasebetle 1992-93 çözümlemelerinde
şöyle bir ifade kullanıyordu:
“Yıllar sonra özlemini duyduğum vatanıma dönmek istiyorum. Herkes
özgürlük için attığımız son adımlarda üstleneceği vazifelere hazır olsun. Asıl
savaş bundan sonra başlayacak!
Düşmanı kademe kademe sileceğiz topraklarımızdan. Şimdi Botan... Sonra
Garzan... Botan büyük bir hakimiyet alanıdır. Artık buralarda merkezlere sığınan
düşmanı, il il işgallere girişerek, çok ağır kayıplar verdirterek oradan da
kaçmaya zorlayacağız. Bunu başardıktan sonra ilk işimiz bir silah fabrikası kurmak
olacak. Artık kendi silahlarımızı üretecek ve ürettiğimizle ülkemizi
özgürlüğe taşıyacağız."
Abdullah Öcalan'ın kurmak istediği nihai devletleşme projesi; Bağımsız Birleşik
Demokratik Kürdistan idi.
Anlatılanlardan anlaşılacağı üzere; Abdullah Öcalan riyakâr idi. Nedense aynı
beden üzerinde çift kişiliği yaşatmakta diretmişti. Bunun özgüvensizlikten başka bir
tanımı olamazdı herhalde PKK da, uzun süre Apoizmin ütopyası ile yaşamış olması
dolayısıyla bir yandan güçlenirken, hümanizmden yoksun kalmıştı. İnanç ve namus
gibi değer yargıları sadece ideolojik ve yoldaşlık ruhu ile anımsanır ve kabul görürdü.
Kişiler, çıkar söz konusu olduğu müddetçe "değerli" tabakasında tutulurlardı.
Kendilerine yardım edenlerin arkasından bile alçaltıcı laflar edilmesinden
kaçınılmamış ti. Fertlerin yüzlerinde söylenenlerle arkalarında söylenenler tamamen
tezat oluşturuyordu. ERNK'nin PKK'nın 6. Konferansı'na hitaben hazırlamış olduğu
raporda adı geçen Behçet Cantürk ile Savaş Buldan için dile getirilen düşünceler de
bu oluşumun gerçeğini yansıtan her karesi düşündürücü örneklerdendi.
Çelişkiler... tezgahlar., komplolar... kullanımlar... çıkarlar...
Peki, kitabıma konu olan Ayşe ninenin suçu neydi ki?!..
* * * 

1 yorum:

yurtsever dedi ki...

bu adam adi ustunde (itrafci hain )bu adamin ne yazdigina ne de kendisine inanilir bu adam dupe duz tc nin yrtisdirdigi bir ajan kendi dusuncem bu osahis ve herkes biliyorki gerila hic bir zaman halkini ezmedi ezmeyecekte bu adam kendini tc toplumuna yarandirmak icin yagciliktan baska bir sey yapmiyor bu adam yalanci sahtekarin teki