7 Mayıs 2011

Bir itirafcinin kaleminden -15-

kürd isadami halis toprak iflas ettirildi
                                          ONALTINCI BÖLÜM
ERNK raporu içerik bakımından belirttiğim gibi devleti ve sivil kitlemizi de
ilgilendiriyordu. Çünkü, raporda ihanet kavramı ön plana çıkmıştı.
Raporun bir bölümünde Doğu Perinçek'ten de söz ediliyordu. Doğu Perinçek'in ismen
raporda belirtilmesi Türkiye'de ne denli kirli oyunların oynandığını ve bu oyunların
kimlere değin ulaştığını açıkça ortaya koyuyordu.

Aslında Perinçek, çok daha
öncelerde de illegal faaliyetler içerisinde bulunduğu gerekçesi ile yargılanmış, ancak
bilinenler belge-lendirilemediğinden (veya karanlık birtakım güçlerin talebi
doğrultusunda) serbest bırakılmıştı. Faaliyetlerini gerçekleştirirken arkasında hiçbir iz
bırakmaması ve büyük Özelliğiydi. Tabii bunlar kendi iradesi doğrultusunda icra ettiği
Örgütlenmeler veya faaliyetler esnasında yapılabilmişti.
PKK olayı Perinçek açısında bambaşkadır! PKK, Perinçek'in iradesi
doğrultusunda yönetilen bir örgüt değildi; rolü, katılımcılığın ötesine geçmemişti. 1991
yılında oynadığı veya sadece arzularda sınırlı kalan gizli ikinci liderliğini ise, üstlendiği
pratiksel icraatlar bağlamında izah etmek en mantıklısıdır.
PKK açısından adam harcamak pek önemli bir vak'a değildi. Her kim olursa
olsun, eğer ki birtakım engeller aşılacaksa, fertlerin feda edilmesi kaçınılmaz
oluyordu. Doğal olarak Perinçek'in durumu da diğerlerinden farklı olmamıştı.
Destekçileri olmasına rağmen Perinçek'in deşifre edilerek mağdur duruma
düşürüleceği hesap edilmeden, sırf sergilenen pratiğin açılımım ortaya koyarak
örgütten taktir toplama uğruna isimlendirilerek, raporda faaliyetlerinin bir kısmına
değinilmişti. Gerçi ne Apo için, ne de PKK için isimlerin önemi hiçbir zaman
olmamıştı. Tıpkı Perinçek için ölüp de değer taşımayanlar gibi!.. PKK, ideal uğrunda
kurucularını dahi tasfiye etmekten çekinmeyen bir örgüttü. Perinçek'in kurduğu
örgütler sanki farklı mıydı?
Perinçek, yıllar sonra ilk kez hesabını veremeyecek bir şekilde deşifre olmuştu.
Hem de umut bağladığı PKK'nın belki bilinçli, belki de koordinasyonsuzluğu
yüzünden.. Bundan dolayıdır ki, Perinçek, gerek ortaya çıkartılan teşekkür
mektubunun, gerekse de hazırlanan ve ele geçirilen ERNK raporunun ardında
PKK'ya karşı büyük bir cephe almıştı. Komplo teorileri ortaya atıyordu. Eskiden
övgüler yağdırarak dağlardakileri "gerilla" diye nitelendiren Perinçek, bu sürecin
ardından PKK ile Kürtleri ayrı tabakalara bölmüştü. Ele geçen belgeler sebebiyle
yargılandığı mahkemede savcı ve hakimleri etkilemek maksadıyla PKK'yı elinden
geldiğince kötülüyordu. Oysa ki bu açılan cephe PKK ile yol ayırımına geldikten sonra
pratiksel anlamda somuta indirgenmişti. Perinçek açısından PKK'nın varlığıyla
hissedilen umut ışığı artık anlamsızlaştığmdan bu Örgütü daha fazla savunmak
önemini yitirmiş ve hatta kendisi için büyük tehlikeler oluşturacağı görülmüştü.
CIA'cı Perinçek'e yapılan komplo, doğruydu, CIA tarafından yapılmıştı. Çünkü
PKK da CIA'nın kontrolü altında bulunan sözde Sosyalist, Amerikancı bir örgüttü.
Amerika'nın politik yönergesi ile hareket ediyordu. Ve esasen su testisi su yolunda
çatlamıştı.
Her iki taraf açısından değerlendirildiğinde ipler kopmuş, yollar ayrılmıştı. Bu
olaydan sonra; belki de ebediyen... Fakat onları yol ayrımına da süren dostlukları
süresince binlerce insanın hunharca katledildiğini görmezden gelmek, Mehmetçik'e,
gencecik delikanlılara, kadınlara, kundaktaki bebelere sıkılan kurşunlar kadar talihsiz
bir tavır takınmış olmak demekti!..
Doğu Perinçek ile PKK arasındaki ilişkilerin görülemeyen yüzünü, yani olayların
perde arkasını aralarsak iki tarafın da çıkar hesabıyla ayrı rotada seyir halinde
oldukları görülecektir.
PKK'nın bir dönem inkar edilemeyecek yükselişine tanıklık yapan Perinçek, o
güne değin arzu edip de gerçekleştiremediği ülküsüne PKK ile güç birliği yaparak
ulaşma hevesine kaptırmıştı kendisini. PKK ise, silahlı mücadelede Önemli mesafeler
katetse de siyasal açılımı sağlayamadığından Perinçek'in legal siyasetçi
konumundan faydalanmayı hedeflemişti. Aslında Apo ile Perinçek yıllar önce kanlı bıçaklı
olmuşlardı. İkisinin de amacı bölünmüş devleti hakimiyetleri altında yönetmek ve
yürütmekti. Aynı amacı güden iki ayrı lider konumunda bulunuyorlardı. Bu sebeple
büyük bir rekabet başlatmışlardı. Fakat Apo, daha akılcı oynamış ve kendisini
kullandırtır gibi gözüken fakat asıl kullanan taraf -lider- olmuştu.
Perinçek, devrimci proleter misyonerliğinden basit oportünist zihniyete kadar
önemli bir mesafe kaybı yaşadığı süreçte şahsına duyulan kitle rağbetini de zamanla
kaybetmişti. Düşündüklerini pratiğe sokamıyor, üretkenliği teorik olmaktan öteye
geçmiyordu. Bu yüzden kendisini ispatlaması gerekiyordu. Bunu başarması, ancak
teorik üretkenliğini pratikle bütünleştirmesine bağlıydı. Davanın umut ışığı ise; Apocu
PKK'da gizliydi. Ona göre; PKK ile bütünleşmesi kendisine büyük puan
kazandıracaktı. Siyasi iktidar hırsı onu, Apo'nun ayağına değin sürükledi. PKK ile
kader birliği yaptığı süreç atılan bu adımla somuta indirgendi.
PKK, bu fırsatı iyi değerlendirdi. Perinçek'i birçok alanda kullandı. Kendisini
kamplarına davet etti. O'nu karşılama törenleri ile onurlandırdı ve lehinde havaya
soktu. Yüzüne karşı kahramanlık teorileri üretildi, sırtı sıvazlandı.
Apo'ya göre Perinçek, davasal inancında dejenere olmuştu. Ancak kullanılması
olumlu bir sürecin başlamasına katkı sağlayacaktı. Perinçek kullanıldı; PKK, gücünü
bu vesile ile siyasal zeminde de hissettirdi. Tabii Perinçek'in de kazançları oldu. Apo,
çok kurnazdı. Perinçek île işi bitince onu yalnızlığa itekleyecekti.
Öcalan, 1993 yılında eyalet sorumluları ile yaptığı bir telsiz konuşmasında
Perinçek konusuna şöyle bîr açıklık getirmişti:
“Perinçek, bize gelmiş, önümüze birtakım talepler dizmiş... Nedir talebi?
Efendim Kür diştan toprakları üzerinde bana siyaset yapma fırsatını tanıyın,
diyor! Biz yıllarca savaşacağız, binlerce arkadaşımızı şehit vereceğiz, sen gelip
kan üzerine kurulu emeğin üzerine oturacaksın. Böyle mantık olmaz. Ben bu
adamı iyi tanırım. O'na hiç güven olmaz! İşi bitince bir dakika beklemez; hemen
satar insanı... Fakat dava inancımda engel tanımıyorum. Önümüze geçirilen
tabuları aşmak için ne yapılması gerekiyorsa yapacağız, kimi kullanmamız
gerekiyorsa kullanacağız."
Anlaşılacağı üzere Perinçek-Apo diyalogunda bir hem fikirlilik, bir de riyakarlık
vardı. Hem fikir olunan nokta karşılıklı çıkarlardı. Riyakâr olunan nokta ise,
güvensizlik üzerine kurulu ilişkide geride söylenenlerle beride söylenenlerin tersi
tersine olmasıydı.
ERNK raporunun Perinçek'i de içine alan ihanet listesi iş dünyasını da
kapsamına almıştı. Mesela Ceylan İnşaat'tan bahsediliyordu. Ceylanlar'ın PKK'ya
ERNK mensupları aracılığı ile maddi dektek sağladıkları belirtiliyordu. Bu iddiaların
muhataplarından biri de Toprak Holding'in sahibi Halis Toprak olmuştu. Bu, birinci
elden yani Öcalan tarafından da teyit edilmişti.
Ceylan İnşaat'ın adı ERNK raporunda geçtiğinden bu çok daha rağbet 
görmekteydi. Zira yapılan yardım kağıt üzerinde belgelenmekteydi.
PKK'ya parasal destek verdiği iddia olunan Ceylan ailesine bakıldığında, ülkenin
birçok merkezine yayılmış dev bir inşaat sektörü oldukları görülecektir. Sanırım bu
ismi duymayan kalmamıştır. Ceylan ailesi aynı zamanda devletin zirvesi ile de sıkı
bağlar kurmuştur. Bu bağlar öylesine güç kazanmıştır ki, koca Türkiye Cumhuriyeti
Devletî'nin bir Cumhurbaşkanı, bir Başbakanı onlardan ufak bir davet talebi aldıklarında
belirtilen mekânda amade olmuşlardır. PKK'm n destekçisi, ancak devletin
de gözbebeği olmuşlardı!.. Neme lazım; ne kiliseden, ne camiden olurum, mantığıyla
hareket eden bu zatlar tabiri caiz ise, PKK'yı devlete, devleti de PKK'ya
gambazlayarak her iki tarafı da idare etmişlerdi. Devletin sözde büyükleri de kalkmış
"biz teröristleri muhatap kabul etmeyiz" mesajları savuruyorlardı. Maalesef bunlar
birer aldatmaca teorileriydi. Neden mi dersiniz?! Çünkü dağlardaki kandırılmış
yavruları ararken, içine sinmiş şehirdeki eşkıyayı göremez olmuştu devletimiz; veya
tarihi bir yalanı yaşıyordu. Aslında terörist yanıbaşında, hatta karşısında kendisi ile
muhatap olandı.
Meşhur İtalyan filmlerini seyretmiş misinizdir bilmiyorum; fakat bu tür filmlerde
geçmiş dönemlerde yaşanan devlet-mafya ilişkisinin sıkça işlendiğini görmek
mümkündü. Devletin, mafyaya karşı olduğunu halkına ve medyaya hissettirmeye
çalışırken haberi olduğu halde asayişin sağlanması amacıyla görevlendirdiği kişilerin
mafya çetesinin birer üyesi olduklarını bilmezden gelmesi, filmlerin başlıca ona
konusunu teşkil etmekteydi. İşte, bu gerçek üzerine kurulu bir düzen içerisinde
yaşamaya zorlanan halk ise, kimi kime şikayet edeceğini bilemez hale gelmiştir.
Başı mafya ile belaya girenler bulabildiği ilk polis kuvvetine koşmakta kurtuluşu
bulabileceğini zannederler. Oysa ki kurtulmayı ümit ederek sığındıkları polis
karakolunun en yetkili amiri de mafyanın bir uzantısıdır. Meğerse kurtulmak için
gittikleri karakolda hayattan daha bir karmaşık ve içinden çıkılmaz olacaktır. Bazen
bu karakollar mezar olabilmektedir.
Bu örneğin verilmesindeki maksat Türkiye'nin de içine girdiği çelişkiler zincirine
açıklık kazandırmaktır. Ceylan İnşaat'ın Türkiye'deki konumu da İtalyan mafya
gruplarının çalışma stiline eşittir. PKK ile muhatap olunamayacağını sürekli dile
getiren devletin, bu örgütün en büyük yaşam kaynağının iskeletini oluşturan
finansörlerine göz yumması oldukça düşündürücü olmakla birlikte bir gerçeği daha
açığa vurmaktadır.
Bu gerçek, bilinçli veya bilinçsiz devletin PKK'yı muhatap almasaydı. Evet,
devlet belki Apo ile değil, ama Apo'nun uzatmalı taşeronları ile ilişkiye girmekten
çekinmemişti. Telefonda dahi olsa Âpo ile konuşulup konuşulmadığı meçhuldü. Kim
bilir... Belki cezaevinde dört duvar arasında, kapalı ve nöbetçili demir kapılar ardında
kahpece vurulan Mustafa Duyar (pişman bir genç)'m öldürülüş şekline tanıklık eden
Öcalan da korkudan bildiklerini konuşamıyordu. Bir konuşabilse...
5 Temmuz 1997 tarihinde "32. Gün" tv programına katılan istihbaratçı Hanefi
Avcı, maalesef devletin PKK ile direkt bağlantı kurduğunu da delillendiriyordu.
Açıklamalarında; üst yetkili bir askeri şahsiyetin Abdullah Öcalan ile telefon
görüşmesi yaptığını iddia ediyordu. İddiaya göre, askeri yetkili Apo'ya; "... siz bir
müddet sesinizi çıkarmayın, sizinle sonra ilgileneceğiz.." demişti.
Bu iddiayı doğrular nitelikte verilen bir ifade de Apo'dan gelmişti. Öcalan,
Genelkurmay'dan bir Albayın Avrupa'dan Şahin (K) ile 1997 yılında, ayrıca
cezaevinde bulunan Sabri Ok ile görüşme yaptığım, bu Albayın soyadının Aydın
olabileceğini beyan etmişti.
Zaten şakaydı yazdıklarım. Devlet baba sadece PKK'nın uzantılarıyla bağlantıda
değildi. Esasen çok iyibiliyordum ki, devlet PKK ile temas halindeydi.
(Mustafa Duyar'ın cezaevinde niçin öldürtüldüğü ortadaydı. Çünkü O,
konuşabilir, Özdemir Sabancı cinayetinin belki de devletin ekmeği ile devleşen
rekabetçiler tarafından gerçekleştirildiğini anlatabilirdi. İş sağlama bindi! Mustafa
Duyar Öldürtüldü. Onu öldüren zibidiler de ölüm korkusu içinde idiler muhakkak!... Bir
gün onların bileti de kesilecekti çünkü.) Az da olsa bilgi, ipin ucu gibiydi. Yakalandı
mı, gerisi çorap söküğü gibi gelecekti... Apo'nun İmralı'daki konumu da aslında
Mustafa Duyar'mkinden pek farklı değildi. Ancak, O da iyi bilmekteydi ki, kendisi
açısından çok konuşmak idam sehpasında ip boynunda iken altındaki sehpayı
yuvarlamak gibiydi.
Sonuç; mutlak ölüm olacaktı.
ERNK raporunda adı geçen fînansörlerden onlarca değil, daha yüzlercesini
saymak mümkündür. Ancak devlet hiçbirini yargılamamıştır, cezalandırmamıştır.
Gücünü hep savunmasızlara karşı kullanmıştır. Çünkü onları cezalandırmak kolayına
gitmiştir. Oysa biliyorum ki, mazumlar devleti yargılamışlardır, kalplerinin
derinliklerinde bulunan yarası kapanmaz demir parmaklıkların arasına mahkûm
etmiştir.
Yani devlet, rahmetli Cem Ersever'in üzerinde yoğunlaştığı gibi, çok koordineli
bir tezgahın içerisine sokulmuştur.
Öyle ki, bir dönem halk ile neredeyse bağlan kopan devletin bölünmenin veya
caddelerde ve sokaklarda cesetlerin yığılabileceği bir iç savaşın eşiğinden dönmesi
gerçekten de büyük bir ilahi takdirin neticesi olarak görülmekteydi. Halkın kilit adres
olduğu daha belirgin hale gelmişti. PKK hareketine bakıldığında, örgütün halk desteği
ile inanılmaz büyük bir güce ulaştığı ve kaybedilen bu desteğin ardından terörün
çöküş sürecine girdiği fark edilecektir. Bu da demektir ki, PKK'yı devlet bitirmemişti.
PKK, bir döneme kadar iyi dengelediği silahlı mücadelesini büyüdükçe kontrol
edemez duruma gelmiş, hümanizmden, inanç ve diğer değer yargılarından yoksun
yozlaşmaya meyilli yapılanması ile halkla kurduğu bağlan daha fazla koruyamayarak
güven vermeyen bir oluşum içerisine girmiş, kırsalda komuta kademesine yerleşen
elemanlarım jenosidizm üzerine kurulu zihniyetten arındıramamış, dönemin gereği
olarak gittikçe fazlasıyla önem kazanan taktik anlayış üzerine kurulu savaş stratejisini
sağduyulu davranarak tespit edememiş ve neticede ardı arkası kesilmeyen
çözülmeler, sallapatik pratiksel anlayışlar, dejenerasyonlar bir kabus gibi yaşanmaya
başlamıştı.
Nihai anlamda da ekleyebileceğimiz tek cümle şu olacaktır. PKK, altına girdiği
büyük organizasyonu ya daha fazla kaldıramadığından, ya da asıl işlevini yerine
getiremediğinden aşama aşama görev devir teslime yönelmişti. Bunun anlamı, dış
mihraklar diye buğulandırılarak belirtilen güçlerin bundan sonraki süreci politik
çerçevede son yıldırıcı darbeyi indirmeye hazırlandığıydı.
K. Irak'ta oynanan oyunun aynısının Türkiye'nin "Doğusunda da büyük ihtimalle
oynanması kaçınılmazdır. Irak'ın kuzeyinde yan bağımsız bir Kürt Devleti'nin projesi
tamamlanmış ve ABD güdümlü, devletleşmeye doğru ciddi adımlar somutlaşarak
atılmıştır. Güya müttefik güç ABD, Türkiye'nin bu konudaki hassasiyetini de hiçe
saymıştır. 
Esasen ABD'nin ta kendisi PKK'yı kullanmıştı yıllar boyu. ABD'nin amacı; PKK
sorunu ile Türkiye Devleti'ni kendi iç sorunlarına hapsetmek ve böylelikle K. Irak'ta bir
Kürt devleti inşa etmek idi. Türkiye bu projeye seyirci kalmak zorundaydı. Zira,
ABD'nin en büyük kozu olan PKK, Türkiye'yi dar politika seyretmeye zorluyordu.
Peki neden ABD, Ortadoğu'nun en kritik bölgesinde, Mezopotamya'da
devletleşme geleneğinden uzak bir Kürt Devleti'nin var olması gerektiği koşulunu
dayatıyordu?
ABD, Siyonizmin kökleştiği, Siyonistlerin tasarladıklarını bu ülke aracılığı ile ifa
ettikleri bir "araç" ülke idi. İsrail Devleti için Kürt projesi, esasen ABD hükümeti ile
İsrail Devleti'nin ortak çıkar düzen politikasının olmazsa olmaz ürünlerinden en
hayatisi idi.
ABD'nin ekonomik çıkarının bulunduğu medeniyetler beşiği Mezopotamya'da
İsrail'in hüküm ve maneviyat teminatı yatıyordu.
Ortadoğu yeryüzünün üçte ikilik petrol rezervini hacminde barındıran bir
nimettir. Bu sebeple Ortadoğu petrollerinin ABD ve batı pazarlarına akışının
sağlanması bir ABD reel politiği oluvermişti. Bölgenin jeo-stratejik konumu da buna
eklenecek olursa buranın bir ABD güvenlik şeridi olarak seçilmek istenmesi pekâlâ
anlaşılırdır.
İsrail Devleti ise bir din devletidir. Tevrat'a göre; Hz. İbrahim'in Kenan diyarında
bulunduğu bir sırada, Asuriler, Hz. İbrahim'in kardeşi Lut'u ve daha birçok kişiyi esir
alırlar. Bunun üzerine Hz. İbrahim, Asuriler'e yetişerek onlara karşı kahramanca
savaşır. Kardeşini ve esirlerini kurtarır. Sonrasında bir gece vakti Allah, Hz. İbrahim'e
görünür. Ona, Nü nehrinden Fırat'a kadar senin nesline veriyorum" der. Yani Hz.
İbrahim'in oğlu İshak'tan sonra Yakup kavminin başına geçtiği İsrailoğullarına
bahşettiği rivayet edilmiştir.
İsrailoğullan'nın Nil'den Fırat'a kadar olan toprakları ele geçirerek Büyük İsrail
hükümranlığı ilan etmesinin kaynağında yatan da budur! Zira Allah, Tevrat'ta yer
aldığı kadarıyla "Kenan diyarından Fırat ırmağına kadar olan tüm topraklan senin
zürriyetine verdim" demiştir.
Bu da; din devleti olan İsrail'in ülküsünü gerçekleştirmesi için yeterli
sayılabilecek bir "neden"dir.
İsrailoğulları'nı, Hz. İbrahim'in Allah'ı rüyasında görmesi ve kendileri için
bahşedilen topraklan kutsal sayması bu kabileyi öncelikli olarak Filistin'e göç etmeye
zorlamıştır. İsrail'in kuruluşu yahudilerin İngiltere destekli göçü sayesinde Filistin'e
yerleşmesi ile mümkün olmuştur. Bu göç 1918 tarihinde nicel bakımdan 85 bin iken
1985 yılında bu rakam 3 milyon 349 bin 997'ye yükselmiştir. İsrail'in resmen kuruluşu
ise, manda rejiminin çıkmaza girmesi ile 14 Mayıs 1948 tarihinde gerçekleşmiştir. 9
Mart 1950'de bu devleti ilk tanıyan ilk Müslüman ülke olma unvanını maalesef yine
Türkiye kapmıştır.
Peki, İsrailoğulları'nın olası bir Kürt Devleti'nin kurulmasındaki çıkan ne
olacaktı?
Herşeyden önce kurulması planlanan Kürt Devleti, Tevrat'a göre Allah'ın
İsraioğulları'na vadettiği topraklara giriyordu. İsrail, Kürtler vasıtasıyla amaçlarına
ulaşabilirdi. Kürtlerin devlet olma geleneğinden uzak olması bölgede bir garantör
devlete ihtiyaç duymasını kaçınılmaz kılacaktı ki, bu devlet de büyük ihtimalle İsrail
Devleti olacaktı.
Sadece bu mu?
Hayır! "Kürdistan" olarak iddia edilen bölge yeraltı ve yerüstü zenginliklerine
sahipti. (Su, petrol ve olağanüstü güzel doğa vb.), Kürt Devleti, İsrail Devleti'nin
güvenliğini tehdit eden Suriye, İran, Irak gibi ülkelerin bölünmesi sonucu meydana
geliyordu. Dolayısıyla denilebilirdi ki, din devleti İsrail'in sahibi Yahudi toplumu,
Ortadoğu'da bulunan Kürt toplumunun aynı zamanda doğal ittifakçısıydı da..
Ve bunlar, Kürt ve Kürdistan tezlerinin ortaya atılışlarındaki neden ve niçin
sorularına çok berrak yanıtlar teşkil ediyordu.
Sıra PKK'nın politik zeminde aktif hale getirilmesine gelmişti. Dikkat edilirse
Apo'nun teslim edilmesi, PKK'nın silah bırakma mesajları ile yumuşama göstermesi
tamamen ABD'nin kontrolü altındaydı. Bakıldığında, ABD, her atılan adımın ardından
ciddi açıklamalar yapmaktaydı. Bu da ABD'nin PKK hareketine duyduğu ilginin açık
kanıtıydı.
Apo, yıllar boyu Suriye'de yaşamıştı. Lakin PKK'nın Şam üzerinden İsrail ve
ABD politiğine kanalize olduğunu reddetmek gerçeklere göz yummaktan farksızdı.
Apo, bu savı doğrularcasına ABD'ye telkinlerde bulunuyordu:
5 Şubat 1992 tarihli Washington kaynaklı bîr haberde, Öcalan'ın; ABD'nin PKK
ile ilişkide bulunan Suriye'yi suçlamasına hakkı bulunmadığını, ABD'den tarafsızlık
beklediğini, ABD'nin Kürt politikası yüzünden bir gün bölgeden dışlanabileceğim, İran,
Suriye ve Türkiye'de Kürt meselesi ile ilgili samimi politikalar üretmesi gerektiğinin
altını çizdiği ve öneri gelmesi halinde ABD ile derhal diplomatik ilişkiye
geçebileceklerini belirttiği ifadeleri yer almaktaydı.
Öcalan'ın, kuruluş yıllarında partisinin ideolojik sembolü durumunda bulunan
orak ve çekiç gibi amblemleri bayrağından kaldırması da ABD'ye kırpılan göze
alâmet idi. Zira bu, K. Irak'ta ABD öncülüklü oluşumlara "Ben de varım" anlamını
taşıyordu.
Abdullah Öcalan'ın savunduğu politik strateji ve ideolojik prensipler gereği
izlediği anti-emperyalist çizgiyi terk ettiği ve yeni dünya düzeni çerçevesinde
başarmanın olmazsa olmaz koşulu olan ABD müttefikliğine girmesi, PKK'mn yeni
dönem stratejisi olarak algılansa da Apoizmin PKK'yı marjinalleştirdiği dönem taktik
merhalesi olarak değerlendirilebilir.
ABD yönetimi, PKK'yı ulusal ve milli politiği gereği ilk başlarda ortaya koyduğu
anti-emperyalist çizgisinden -tavrından- dolayı temkinli karşılanması gereken ve
doğrudan destek çıkılmaması lazım gelen bünyesindeki Kürt orijinli, ancak, çok
güdümlü bir hareket olması itibarı ile pek sıcak görmese de, örgütün zaman
içerisinde katı düşüncelerinden arınarak, politik seyrinde mutedil tutumlar içerisine
girmesini kaale almış olsa gerek ki, Dışişleri Bakanlığı düzeyinde Halkın Emek Partisi
(HEP)'nden beş kişilik bir heyeti ülkesine davet etmişti. Bu davet aynı zamanda,
ABD'nin bölgede gitmek istediği yapılanmaların ipuçlarını ele veriyordu.
ABD'nin Ortadoğu politikası, siyonizmin asırlar öncesi birikiminin uzun vadede
kendisini hissettirmesi ile hayat bulan emperyalist çözüm formülü olarak netlik
kazanmıştı. Maalesef ABD, müttefiğim dediği Türkiye'nin bölge devletleri üzerinde
bırakmış olduğu tarihi tesir itibarı ile hiç de küçümsenemeyecek bir güç olduğunu
bilmesi dolayısıyla, bu ülkeyi karşısına alarak aşılması imkansız bir tabu oluşturmaktansa,
kendine çekip sindirmeyi, kendi içinde eritmeyi, kendi menfaatlerini Türk
milli menfaatleri olarak Türk toplumuna lanse etmeyi ve esasen de Ortadoğu'ya
açılan bir karakol olarak kullanmayı daha mantıklı bulmuş ve Türkiye'yi göğüslemesi
zor bir sürece, hem de kendi siyasal atmosferine yenik düşürterek mahkûm etmeyi
tasarlamıştı. Bunu da başardığı, bütün çıplaklığı ile ortadaydı.
Türkiye, müttefiği ABD ile öylesi noktalara sürüklenmişti ki Irak'ın 36. paraleline
denk düşen Kürt yerleşim bölgelerinde Celal Talabani ile Mesut Barzani'nin özgür
devlet-eşme projesine seyirci kalmıştı. ABD'ye gebe kalan, bütün ileriye dönük politik,
iktisadi ve sosyal dengesini bu süper güce göre kuran, tenkit eden Türkiye Devleti
âdeta eli kelepçeli bir mahkumun çaresizliği içerisine girmişti. Zira ABD'nin de istediği
buydu!.. Artık, ABD istemese de Türkiye ondan kopamazdı; kopmak istese bile bunun
faturası Türkiye açısından oldukça kabarık ve ürkütücü olacaktı ki buna cesaret
etmek doğrusu pek kolay değildi. Keza ABD'nin milli politiğine kendi milli politiğiymiş
gibi sarılan ve maceranın sonu olmayan girdabına kapılan Türkiye'de her kim karşıt
fikir üretmeye kalkışsa susturulması fazla uzun vadeli olmuyordu.
Bu, Cumhurbaşkanı olsa bile!..
Nitekim, CIA'nın Türkiye Masası Şefi Graham Fuller, ABD'nin Ortadoğu
politikası içerisinde K. Irak'taki yapılanmaya da ne kadar önem verdiğini koca Türk
Devleti'ni tehdit edercesine şu sözlerle ifade edecek kadar ileriye gitmişti:
"Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç
tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye'nin önemli bir
parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye'nin diğer
bölgelerine dağılmış Kürt topluluğunda istikrarsızlığına sebep olacaktır."
ABD'nin Ortadoğu'da oynadığı riyakar oyunu sanki Türkiye ile ilişikte bulunduğu
diploması ile mi sınırlıydı?
ABD'nin en saygın gazetesi olan Washington Post'un bir haberine göre Körfez
Savaşı patlak vermeden evvel CIA, Saddam Hüseyin (Irak Devlet Başkanı) ile bilgi
alış verişinde bulunuyordu. Yani Bush yönetimi, Saddam'ın Kuveyt'i işgalini
engellemek bir yana dursun» gönderdiği CIA ajanları ile Irak Ordusu'na teknik ve
taktik açılardan eğitici, yönlendirici bilgiler dahi veriyordu. Bu da, petrol kapma
savaşının doğurduğu bir ABD reel politiği olup, savaşlarda ve milli davalarda nedenli
kural tanımamazlığın dayatıcı birer unsur olduğu açığa çıkıyordu böylelikle.
PKK'nın yumuşama gösterdiği süreçte sözde güvenlik kuşağı oluşturma gayesi
ile Türkiye'de konuşlandırılan ve çoğu ABD askeri olan Çekiş Güç, esasen Kürdistan
projesini hayata geçiren ABD'nin gelişmeleri yakından gözlemlemesini ve gerektiği
anda caydırıcı güç kullanabilmesini amaçlamaktaydı. Bu münasebetle 1992 yılında K.
Irak'ta bulunan örgüt kamplarına paraşütlerle malzemede indiriyorlardı. Bu
malzemeler yiyecek, giyecek ve kamuflaj Amerikan yapımı yağmurluklardan ibaret
idi. Özellikle yağmurluklar kalitesi itibarı ile bulunduğum Garzan Eyaletine de
gönderilmiş ve bir hayli rağbet görmüştü. Doğrusu çok dayanıklı, kullanışlı
yağmurluklardı bunlar.
Evet, artık inkar edilemezdi ki, Türkiye'nin müttefikleri olan iki ülke ABD ile İsrail
Devleti Kürt sorununun önemli bir boyutu ve PKK'nın destekçisiydiler.
Aslında PKK'nın Apoist çizgisini çürütmeyi ve Apo için sonun başlangıcını
hazırlamayı da bu güçler tezgahlamıştı. Ancak bu tezgah, Türkiye'yi de içine alan
stratejik bir amacı gütmekteydi. Türk Devleti'nin içine girdiği sıkıntılar ve güvensizliğe
dayalı kirli senaryolarla bu tezgahı nasıl bozacağı karanlık bir soru işareti olarak
beyinlere çivilemişti. Zira bu haliyle devam etmesi halinde tezgahı bozması da pek
mümkün olmayacaktı. Ha keza devletine güvenmeyen bir halkın varlığı olayları daha
fazla çıkmaza sokacağa benzemekteydi.
Çözümsüzlük bir karabasan gibi çökmüştü dev Cumhuriyetin üzerine!
***    


Hiç yorum yok: