20 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -9-

"Ebubekir"Halil Atac

                                              DOKUZUNCU BÖLÜM
1993 yılı bahar aylan içerisinde, Bitlis iline bağlı kırsal kesimde, Bitlis grubu ile
buluşmak üzere Şirvan bölgesinden ayrılmış, Bilge adlı örgütün merkezi üyesinin de
içinde bulunduğu yedi kişilik grupla hareket etmiştik.
Bitlis grubu, seviyesi itibari ile diğer bölgelerden daha kaliteli, aydın
militanlardan oluşuyordu. Çoğu şehir hayatının zevkine ve kurnazlığına kendini
kaptırmış şahsiyetlerden ibaretti.
Örgüt deyimiyle;


Bitlis grubu, burjuvazinin en somut örneğini PKK içerisinde simgeliyordu. Bu
sebebledir ki, Bitlis grubu nitelikli tek bir eylem dahi yapamamıştı. Örgütün bakış
açısına göre oportünizmin hizmetinde bulunuyorlardı.
Bu pasivize olmuşluk zamanla Bitlis grubunu yozlaştırmıştı. Bu grupta, kadınerkek,
hatta erkek erkeğe ilişkilerin yaşandığına dahi seyrek de olsa şahit
olunuyordu. Nitekim bu kendiliğindene! pratik Bitlis grubunu topyekün imhaya
götürmüştü.
PKK'nın ideolojik yapılanması karşısında tezat oluşturan bir grup ile
randevulaşmış, birkaç gün bu grupla aynı ortamı solumuştum.
Akşam üzereydi. Bitlis grubuyla iki saat kadar aynı güzergah üzerinde beraber
intikal edecektik.
Havanın kararmasıyla Bitlis grubunun Öncüleri en başa geçti. İntikal
başladığında Bilge'ye yanaştım. Zira, örgütün hareket tarzının dışında kalınmıştı. Çok
tuhaf ve bedavadan bunca süre yaşayan bir grupla hareket ediyorduk. Hareket
öncesi ne keşifçi, ne de devriye grubu çıkartılmamıştı. Geçeceğimiz yollar üzerine,
pusu kurulabileceği hiç düşünülmemişti bile.
Bilge'ye;
- "Heval, koyun gibi yola düştük. Bunlar nasıl bir grup?" diye sordum.
Bitlis grubunun büyük bir bölümü bırakınız çatışmayı yürütmeyi, yolda
dahi yürümesini bilmiyordu; sendeleyerek yürüyorlardı. Kıyafetleri bile İstanbul
sosyetesine taş çıkartacak cinstendi. Ana dilleri Kürtçeyi dahi doğru dürüst
konuşamıyorlardı. Hele o silah tutuşlarını, PKK'ya sempati duyanların
görmesini isterdim.
Gülsek mi, ağlasak mı?
Tek sıra halinde intikal ederken bir ara hiç görmediğim fazlaca dik olmayan bir
sırt hattına vurduk. Bu sırt hattı tamamen ormanlık alandan oluşuyordu. Ay ışığının
olmadığı zifiri bir karanlıkta yürüyorduk. Ancak, ormanlığın ortasından geçen patikayı
takip etmemiz bizi oldukça rahatlatıyordu.
Ve lakin içimdeki kötü his sanki durmadan beni uyarıyordu. Bir şeyler olacak
gibiydi. Keza bu grubun hareket tarzındaki laubalilik beni endişelendirmişti. Küçük
askeri bir timin pususuna düşmemiz bile ağır kayıplara neden olabilirdi. Her zamanki
gibi aktifleştim, kendimi ön plana attım. Pusu tehlikesine karşı tüm grubu sırasıyla
ikaz ettim; mesafelerini açmalarını istedim. Bu uyanm kimine göre ciddi, kimine göre
ise bir oyun gibi algılanıyordu. Bunu bir oyun sananlar, örgüte yeni katılan körpe
beyinli kişilerdi. PKK'lı olmanın masumane bir oyun olmadığını, olamayacağını
anlatacak vaktim olmadığı gibi, buna da gerek duymadım. Ne de olsa acı gerçeğe
  şahitlik etmeleri herhalde pek uzak ihtimal sayılmazdı.
Sonuçta gözlerinin Önünde akacak kan, bunun bir oyun olmadığını göstermeye
yetecekti sanırım.
Grubun önünde intikal eden öncüler bölgeyi iyi tanıyorlardı. Ancak, fazla dikkatli
olamayacaklarına inanmış olsam gerek ki, dayanamadım; içimdeki şüpheyi bertaraf
etmek için en ön sıraya kadar ilerledim. Hemen öncünün arkasına geçtim. Sürekli
arkamdan yürüyen arkadaşlarımın mesafelerini ve etrafımı kontrol ediyordum.
İntikal ettiğimiz patikanın bazı bölümlerini kapsayan sık ağaçlıkların içine de
vurmuyor değildik hani. Ağaçlıkları aşmak isterken sivrilmiş dalların gazabına
uğramaktan kendimizi kurtaramıyorduk.
Tenimiz sırılsıklam olmuştu. Bayağı yorulmuştuk da. Soğuk bir su kaynağına
vardığımızda dinlenmek üzere durduk. Su kaynağı oldukça sapa bir yerde idi. Her ne
kadar ihtiyacımız için kaynağın yanı başında dursak dahi çok dikkatli olup, burada
fazla oyalanmamamız gerekiyordu. Keza, aksi durumda savaş taktiğimize aykırı
düşülürdü. Çünkü, düşman diye tanımlanan güvenlik güçleri mecburi ihtiyacımız olan
su kaynaklarının yakınında pusular kuruyordu. Nitekim bu şekilde çok sayıda kayıplar
verilmişti.
Pusuların genelinde vurucu ve sonuç alıcı taktiksel eğilim su kaynaklarının
olduğu yerlerde daha etkili oluyordu. Sonuçlan da oldukça olumluydu. Bunu uzun
dönemde yaşadığım acı gerçeklerden sonra ancak idrak edebilmiştim.
Su kaynağının üzerinde fazla durmadık. Su ihtiyacını karşılayan her militan,
savunmalı bir şekilde uyanlar eşliğinde kaynaktan uzaklaşıyordu. Hepimiz suyumuzu
içtik; ihtiyaçlarımızı giderdik. Kocaman ağaçların bulunduğu düzlük bir alanda tekrar
durakladık ve bir müddet burada dinlenmeyi kararlaştırdık.
Her şeye rağmen, moralimiz iyi sayılırdı. Özellikle Bitlis grubu mensupları
istirahat esnasında sürekli şakalaşıyorlar-dı. Bense, büyük bir sessizlik içerisinde
dinliyordum onları. Karşımıza çıkabilecek olumsuzlardan habersiz bir şekilde...
Plana göre; belirlenen bîr noktaya kadar beraber intikal edecek, ardından ayrı
istikametlere sapacaktık. Bitlis grubu kendi bölgeleri içerisinde belirledikleri bir
noktaya, biz de ait olduğumuz sözde Garzan Eyaleti Birinci Bölgesi kırsalına
yönelecektik.
Dinlenme esnasında, Bışar isimli bir militan Bitlis grubunun sorumlusuna
yanaştı:
- "Ben çok açım. Bir şeyler yiyebilir miyim?"
Diye sordu.
Sorumlu, militansa tavır takınacağına gayet rahat bir şekilde sırıttı:
- "Biraz daha dayan be Bışar! Zaten noktaya az kaldı. Orada karnımızı
hep beraber doyururuz."
Dedi.
Çok şaşırdım bu muhabbete. Mübarek, sanki kurtarılmış bir alanda
bulunuyorlardı. Örgütsel mantıklarını bir kenara bırakmışlardı. Bu tür davranışları
beni fazlasıyla rahatsız etti. Ancak, her ne kadar Örgütün koyduğu yasak kavramını
delseler dahi ayrı bölgenin elemanları olduklarından müdahale etme yetkim yoktu. Bu
şartlar altında onlara yapabileceğim tek şey, onlara, kinci olmada» sözlü uyanlarda 
bulunmak idi. Bunun da pek faydalı olduğu söylenemezdi.
Yorgunluğumuzu üzerimizden attıktan sonra hep beraber ayağa kalktık; tek sıra
olduk.
Su içmek için indiğimiz kaynaktan bulunduğumuz dinlenme yerine geçmek
üzere patikadan biraz sapmıştık. Patika az yukarıda kalmıştı. Yönümüzü
kaybetmemek için tekrar patikaya çıkmamız gerekiyordu.
Harekete geçtik. Bir müddet ilerledik. Yürüdükçe ormanlığın içerisine
dalıyorduk. Kısa süre sonra anladım ki, deli danalar gibi bir sağa, bir sola sapan öncü
yolunu kaybetmiş, korkusundan ses çıkarmayarak yolu bulmak amacıyla ilerlerken
grubu tam bir çıkmaza sokmuştu. Ormanlığın içinde yarım saat daha sık ağaçlarla
boğuştuk. Ve sonra, hiç beklenmedik şekilde ormanın son bulup, çıplak bir sırtın
başladığı yerde bulduk kendimizi.
Grubun tamamı ormanı aştıktan sonra, bu kez çıplak arazide intikale geçtik.
Doğrusu bu araziye t ah m ini m ce en az benim kadar öncü de yabancıydı.
Hiç bilmediğimiz ürkütücü bir tepeye çıkıyorduk. Ben pek inanmıyordum
doğrusu, fakat geride kalanlar tepeye varınca öncü gibi yönümüzü bulacağımızı
düşünüyorlardı.
Oysa ki içimizde eceline, hem de kendi ayaklarıyla koşanlar vardı. Ve
umutlanacağımızı sandığımız tepede, dünya üzerinde misafirlikleri sona
ermişlerle randevusuna gelen ölüm meleğinden habersizdik!
Tırmanılan sırtın nereye vardığım tahmin edenimiz yoktu. Öncünün arkasında
bulunduğum için yılların birikimiyle öncüye sürekli taktik veriyordum. Lakin yönümüzü
tam anlamıyla bulabilmemiz için, mutlak tırmandığımız sırtın zirvesine ulaşmamız
gerekiyordu. Hâlâ gerimizden intikal eden militanlar yanlış yola saptığımızı
bilmiyorlardı. Paniklememeleri için de bu durumdan haberdar edilmemişlerdi.
İki büyük kayanın olduğu sarp bir noktaya vardık. Büyük bir sessizlik çökmüştü
üzerimize. Grup sessizliğine de öylesine riayet ediliyordu ki, olası bir çağrıyı dahi
önlemek için telsizlerimizin ses ayarlarım da sıfir noktasına kadar dayamıştık.
Karanlığın sessizliğinde geçiş yaptığımız dar ve tehlikeli geçitten çıkıyorduk ki,
hemen yanı başımızda müthiş bir gürültü koptu. Yere kapandık. Arka kısımdan
çığlıklar geliyordu.
Pusuya düşmüştük.
Üzerimize doğru kayalıklardan yağmur gibi kurşun atılıyordu. Şaşkına dönmüştü
herkes. Bir ara öncü ayağa kalktı, aptal aptal... Herhalde arkadaşlarımızın bizi
sınadığım sanmıştı. Yüksek sesle bağırıyordu bağırıyordu arkaya doğru:
- "Ne yapıyorsunuz serseri herifler, kesin şu ateşi!"
Yılların tecrübesiyle tahmin ettiğimi O, kurşunların vızıldayışı altında dahi
algılayamamıştı; kayalıklarda askerlerin olduğunu aklının ucundan dahi geçirmiyordu.
Ta ki, kulaklarının dibinden geçen kurşunların ayaklarının dibine çakılmasına değin.
Ne trajikomik olaydı!
Askerler bizi çok kötü yerde sıkıştırmışlardı. Sıkılan kurşunlara karşılık vermekte
tereddüt ediyorduk. Karşılık verenler de cılız savunma yapıyorlardı. Zaten aktif
savunma yapmamız düşünülemezdi. Keza aktif savunmaya geçmek isteyenlerin yeri
deşifre olmuş, vurulmuşlardı. 
 
Arkama döndüm:
- "Herkes dağılıp, çekilebileceği noktalara yönel-
Talimatını verdim. Bir kayalığın dibine çekilerek bekledim. Yaralanan ve
yardıma ihtiyacı olan arkadaşlarıma yardım edecektim. Zaman zaman hedef
şaşırtmak için askere zayıf noktasından kurşun sıkıyor ve yerimi değiştiriyordum.
Askerler tarafından atılan pusuda ateş altında kalmıştık. Yarım saat kadar sonra
fırsatını bulup, sessizce pusu noktasından ayrıldım. Geride manevra yapan
arkadaşlarımla buluştum. Yanlarında iki yaralı vardı. Yaralılardan biri bayan, diğeri
ise çocuk yaşta bir erkekti.
Ondört ölü vermiştik. Ondördü de Bitlis grubunun elemanlarındandı. Yaralılar da
onlara ait idi. Bizim grubumuz tecrübeli olduğundan pusuyu rahatlıkla atlatmıştı.
Yaralanan bayan Diyarbakırlı idi. Adı, Pelin'di. Kalçasından ve ayak
baldırından olmak üzere, iki kurşun yarası almıştı. Diğer yaralı ise, kurtarılacak
gibi değildi. İkisini de çatışma bölgesinden uzaklaştırdık; Olek isimli bir köye
götürdük. Yaralıları bu köye götürmemiz yolumuzu bulduktan sonra saatler sürmüştü.
Çocuk yaştaki erkek militandan ümidimizi kesmiştik. O'nu ölüme köyde
yolcu ettik. Pelin ise kurtarılacak gibiydi. Ancak, sıkı bir tedavi görmesi gerekiyordu.
Köydeki milislerimize önemli miktarda para verdik; Pelin'in tedavi edilmesi
amacıyla İstanbul'a götürülmesini istedik.
Pelin, İstanbul'a götürüldükten sonra ERNK temsilciliğine emanet
edilecekti. Onlar bir şekilde onun tedavi edilmesini sağlayacaklardı.
Bir gün kalmak üzere katıldığımız Bitlis grubunda, çoğu, yeni katılım ve
çatışmada darbe yemenin psikolojik sarsıntısını üzerinden atamayacak kadar
deneyimsiz olduğundan koruma amaçlı olarak bir müddet daha yanlarında
bulunmaya karar verdik.
Aradan onbeş gün geçti. Ör gutun1 üst düzey kırsal elemanları talimatla
İstanbul ERNK'dan Pelin'in durumunu öğrenmemizi istediler. Bu görev de her
zamanki gibi bana devredildi.
Sivil elbiseler kuşandım. Bana yardımcı olması için yanıma tecrübeli bir
milis aldım; Bitlis il merkezine indim. Sempatizanlarımızdan birinin evine,
milisimizin önerisi üzerine giderek zaman geçirmeden İstanbul ERNK
mensuplarından Dilovan adlı örgüt elemanı ile telefon irtibatı kurdum.
Dilovan ile kırsaldan tanışıyorduk Kendisi de Pelin ile aynı kaderi
paylaşanlardandı. İçinde bulunmadığım bir grupla eyleme girmiş, eylem
esnasında yaralanarak arkadaşları tarafından kurtarılmıştı. Tedavisi de
İstanbul'da yapılmıştı.
Dilovan'dan Pelin'in durumunu sordum. Dilovan, Pelin için gerekli
altyapının oluşturulduğunu dile getirdi:
- "Bu noktada kimlerden destek görüyorsunuz? Yanlış anlaşılma olmasın,
Ebubekir yoldaş teferruatlı bilgi istediği için soruyorum."
Dilovan, soruma açık ve tereddütsüz yanıt verdi:

 'Tatlıses. Tanırsın! Hani, bu sanatçı... İbo, İbo!"
Dilovan'ı da o tedavi ettirmiş zamanında. İbo'dan söz ederken O'na
övgüler yağdırıyordu:
- "Kendisi ile iyi diyalog içerisinde bulunuyoruz. Bu konuyla alakalı
olarak kendisinden yardım alacağımıza dair söz aldık."
Sanatçı İbo, dağlarda veya karanlık tenha bir mevziide öldürülen
Mehmetçiklerin bağrı yanık analarından, söylediği havadan türkülerle kazandığı
paraları, evlatlarının katilleri için harcamakta tereddüt dahi etmiyordu, demek
ki!
Düşündürücüydü. Üstelik hepsi gönüllü yapılmıştı.
Nitekim sonraki günlerde Pelin'in tüm tedavi masraflarının İbrahim
Tatlıses'in karşılamış olduğunu ayrıntısıyla öğrenme imkanımız oldu. Tatlıses'in
bu tavrı PKK açısından olumlu sayılırdı.
Abdullah Öcalan ile kurulan bir telsiz bağlantısında O'na, Tatlıses ile
alakalı olarak şunları söylemiştim, sonraki zamanlarda:
- "Sayın başkanım, genel faaliyetlerimiz içerisinde yaralanan Pelin isimli
bir bayan arkadaşımızın tedavi masraflarını malum tanıyor olabileceğiniz
İstanbul'daki türkücü İbrahim üstlenmiş ve türlü fedakârlıklarda
bulunmuştur."
O ise;
- "Gönüllü mü?"
- "Doğrudur, sayın Başkanım."
- “Ya, öyle mi? İbo, iyi çocuktur. Ancak, kendisini biraz daha yetiştirmesi
lazım. Kendisine yazılı veya sözlü teşekkür edin!,."
Abdullah Öcalan'ın teşekkür edin, talimatı 1993 yılında yerine getirilemedi.
1994 yılının bahar ayında ARGK'nın denetiminde ERNK'yı teftiş ederken İbrahim
Tatlıses'den 40 milyar Türk Lirası para alınmış olduğuna tanık oldum. İkinci
kez bizim bölgeye gelen bu yardım karşılıksız bırakılmadı; teşekkür mektubu
yazıldı. Mektup bir kurye aracılığıyla İstanbul ERNK temsilciliğine, oradan da
İbrahim Tatlıses'e ulaştırılmış... Tatlıses de bu mektuba karşılık sözlü bir mesaj
yollayarak:
- "Partimiz için ne yapsam azdır!" demiş...
* * *

Hiç yorum yok: