20 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -8-

                                    SEKİZİNCİ BÖLÜM
Tatlises derin devletin suikastina ugradi
Nice dolaplar döndü şu ülkede!
Ah, bunlara şahit olan duvarların, ağaçların dili olsa da bir bir anlatsalar... Biz
kimleri görmedik ki! Kandırılarak dağlara kaldırılan zavallı gençlere terörist diyen
yetkili devlet personellerinin PKK örgütü ile ilişkilerini, örgüte milyarlar akıtan kan
emicilerle aynı odanın havasını telaffuz ettiklerini, örgüte eleman kazandıranların bu
işi bir ticari maksat haline dönüştürerek ikili oynayıp, akabinde devletin helikopterine
binerek

devleti de aldattıklarım mı görmedik?
Bir zamanlar mağaralarda yaşadığını, bir lokma ekmeğe muhtaç olduğunu her
fırsatta dile getiren İbrahim Tatlıses de bunlardan biriydi.


Nankörlüğün bu kadarına da pes dememek mümkün müydü ki?
İnşaat işçisiyken kökenine, diline bakılmaksızın kendisine, sesiyle
tırmanabileceği yere kadar fırsat tanınmıştı. Kimse para kazanmasına, gecede birkaç
kadın değiştirmesine ses çıkarmıyordu. Ama o bunların değerini idrak edemeyecek
kadar bunu idrak edememişti.
Yaptığı kasetini;
"Bu Urfalı. Bu Kürt" diyerek kimse almamazlık yapmıyordu. Kürt'ü kadar
Türk'ü de, Acem'i de bağrına basmıştı onu. Fakat O, yine anlayamadı bunu...
Kasetlerini satın alan nice anaların paralarını evlatlarına karşı silah olarak, kurşun
olarak çevirmekten sakınmadı nedense.
Sözde sanatçı vasıflı bir kişi olan, havadan sudan mısralarla maalesef toplumun
etiyle, tırnağıyla kazandığı paralan kaparak bölücü faaliyetler içerisinde bulunan,
örgütün yaralılarına sahiplenen İbrahim Tatlıses, 1992 ve 1994 yıllarında Garzan
Eyaleti Karargahı'na iki kez parasal yardımda bulunmuştu. Yaralı olup da İstanbul'a
geçirilen militanların tedavilerini de o üstlenmişti. 1992 yılında on milyar, 1994
yılında da kırk milyar lira yardım eden Tatlıses, söylenenlerin aksine bu
yardımlarının tamamını gönüllü yapmıştı.
ERNK'mn PKK'nın altıncı kongresine yolladığı raporu baz aldığımızda
Tatlıses'in diğer bölgeleri de kapsayan 1997 yılına kadar ki yardım miktarı korkunç bir
rakama ulaşmaktaydı. Bunun parasal değeri 1,5 milyon dolar olarak açıklanıyordu.
Bu para ile örgütün neler yapabileceği ve neleri satın alabileceği hesaplanırsa şayet,
ortaya çıkacak olan bilanço oldukça düşündürücü olacaktır.
Hesaplanıldığı vakit görülecektir ki, 15/02/2001 tarihi itibari ile l trilyon 27
milyar 500 milyon Türk Lirası karşılığı eden bu paranın yarısı ile 17 bin 125 adet
Kaleşnikof marka silah, diğer yarısı ile de 3 milyon 425 bin adet çeşitli çaplarda
mermi satın alınabilecektir.
Görüldüğü üzere, bu basit hesap şunu açığa kavuşturmaktadır ki, ortaya çıkan
bilanço ile kırsaldaki militanların yansını, hatta daha fazlasını tam anlamıyla
silahlandırmak pekâlâ kabildi.
Bunun sonuç kısmını düşünmek artık gerekli miydi acaba?
Bu vak'a gösteriyordu ki, dış güçlerle uğraşma hevesi büyük bir gaflet idi.
Yunanistan veya İtalya veya Rusya... karşı bir güç ve esasen de gizli bir düşman ülke
olduklarından ortaya koydukları tavırları da pek yadırgamamak gerekiyordu aslında.
İçte froy gösteren ihanet şebekelerine dur denilmedikçe ne bu ülkeler üzerinde, ne de
dünya kamuoyu üzerinde Türk Devleti'nin ağırlığını hissettirmesi mümkün değildir.
Evet, belirtmek istediğim asıl gerçek, dışarıdan ziyade içten uğranılan ihanetin
bedelinin ödendiğiydi. Bu bedelin adına da, PKK'nın gazabı demek en doğrusu
olacaktır.
PKK, Cumhuriyet tarihinde karşı karşıya kalınan çok koordineli en büyük tehlike
idi. Şeyh Said ayaklanması, Dersim olayları, Ağrı ve Zilan gibi kışkırtmalar sonucu
çıkan başkaldırıları Türkiye çok kez yaşadı. Bu olayların hemen tümünü yöneten,
yönlendiren ya şeyhlerdi, ya da aşiret ağalarıydı. Hiçbiri başarıya ulaşamadı. Hepsi
istem dışı trajedilere neden oldu. Kısa süreli, ancak kanlı oldu bu olayların tümü.
Çeşitli dönemlerde baş gösteren bu olaylar devletin, sorunların asıl kaynağına
inmediğinin kanıtı niteliğindeydi. Bundan dolayıdır ki, PKK gibi olağanüstü organize
olmuş bir örgütle karşı karşıya kalınmıştı.
Aslında Şeyh Said'de n tutun da Apo'ya kadar hepsinin kukla olduğu realize
olmuştu. Hepsinin ardında İngiliz entrikaları vardı. Bunların farkına ancak Şeyh Said
idam edildikten ve Apoist felsefe yeşerdikten sonra varıldı. Ancak ne çare! Onbinlerce
fidan gibi genç bu olaylarda can vermekten kurtulamadı.
Şeyh Said olayına konumuz itibari ile açıklık getirmekte yarar vardır:
Şeyh Said, aslen Palulu olup, Hınıs'ta ikamet etmiş bir Kürt ilim adamı,
bazılarınca da aşiret reisi olarak bilinmektedir. Diyarbakır'da çıkan isyan
hareketinden sorumlu tutulan birinci derecede sanık muamelesi görmüştür.
27 Mayıs 1925 tarihinde Şark İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum
edilmiştir.
Aslında adını taşıyan isyanın ne gerisinde ne de ilerisinde olmayan Şeyh
Said, ayaklanmaya neden olan sebeplerin başında din hükümlerinin zayıflamasının
yattığını iddia etmiştir.
Oysa ki kurulması arzulanan bir Kürt Devleti'nin o zamanki şartların
ortamında, aşiretçi zihniyet ile ütopya olsa bile belleklerde yaşatılması oldukça
hoş bir ideal olarak nitelendirilebilirdi, onlar için. Zira, Kürdistan Devleti için de
bu isyanın bir dürtü rolünü oynadığı inkar edilemeyecektir.
İsyanın anatomisine bakıldığında Şeyh Said'i galeyana getiren asıl ismin
eski Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya olduğu görülecektir.
Hilafetin yeniden getirilmesini arzulayan Şeyh Said'i ziyaret eden Yusuf
Ziya Kürdistan'm kurulmasından yana tavır ortaya koyunca, Şeyh Said ikna
olmuştu. Çabalarını devletleşmeden yana yoğunlaştırmıştı. Ancak O, start
vermeden ismini taşıdığı isyan başlamış ve ancak isyan çıktıktan sonra
kendisini içinde bulmuştu.
O'nun deyimiyle bu, onun kaderi olmuştu.
Hiç şüphesiz Şeyh Said'in idama mahkum edilmesini sağlayanlarla
diyalogu çok ilginç seyir bulmuştu ve sanırım akıllardan çıkması da yaşayanlar
açısından zor olacaktı:
Mahkeme üyelerinden Ali Saip Ursavaş, Şeyh Said'e;
"Doğruyu söylersen seni kurtaracağım" demişti.
Şeyh Said, bu söz üzerine doğruyu konuşmuştu; ancak, yine de ipe
gitmekten kurtulamamıştı. 


Şeyd Said, bunu, alaycı bir ifade ile sorsa da Ali Saip Bey gülümseyerek;
- "Eee, ne yapalım" demiş ve sözüne sahiplenmediği olayı geçirmişti.
Akabinde;
- "Bundan hafif ceza olur mu?" diyerek bir de dalgasını geçiştirmişti.
Şeyh Said, kurtulması halinde Ali Saip Bey'e kuzu ziyafeti vereceğini de
beyan etmişti. Lakin, aksi tüm gelişmelere rağmen ölümün esen soğuk
havasının Şeyh Said'in yüzündeki gülümseyişi dahi soldurama-dığı
görülmüştü. Ölüme giderken iki dudağının arasından çıkan son söz şu
olmuştu:
- “Bundan sonra iyi olur İnşallah!!!"
Ben de diyorum ki; bir daha yaşanan acılar intikamcı bir hissiyat ile
düzeltilmeye çalışılmasın. Ölenleri ölümler yaşatarak geri getiremeyeceğimiz
muhakkaktır. Önemli olan ölenlerin ışığında ölümler yaşatılmasına mani olmak
adına demokratik, bilimsel ve akılcı mücadele yöntemleri geliştirmektir,
bilinsin!
Evet, Şeyh Said olayı da buydu.
Adını tarihe maleden bir isyanın liderliğini taşıdığı zannedilen Şeyh Said'in trajik
sonunu ve söylediklerini iyi tahlil edebilirsek sanırım kurulmak istenen tezgahların
boyutlarını görebilmemiz de kolaylaşacaktır.
İngiliz entrikaları başta olmak üzere bölge üzerinde . emelleri olan ABD, İsrail
vb. stratejik düşünen ülkeler illegal birimleri daima destekleyerek Türkiye'yi amansız
bir ikileme sokmuşlardı. Sözde Türkiye'ye bir haksızlık yapılsa, sınırları ihlal edilse
Türkiye ile aynı saflarda yer alacak müttefik güçlerdi, bunlar.
Esasen bunların tümü, geniş bir halkanın devamlılık arz eden senaryolar ağının
idamesinden ibaretti. Bu ülkelerin gerçek amacı, Türkiye'nin bölünüp, parçalara
ayrılmasıydı. Çünkü parçalanan bir ülkeyi boyunduruk altına almak, kendilerine
muhtaç etmek ve sömürmek daha kolaydı. Yani sözde müttefik güçler, hani o
karanlık, şer odaklan denen gizli güçler var ya işte bunlar, onlardı. Türkiye'nin yüzüne
gülüp, belini sıvazlayan bu güçler gerçekte Türkiye'nin arkasından kuyusunu
kazıyorlardı.
Her ne ise artık; önemli olan bu sorulan detaylan ile bir kez daha ele almak ve
geçmiş dönemlerde içine düşülen yanılgılardan ders alarak kalıcı çözümler
üretmektir. Bunun tek seçeneği de gerçekçi olmaktır. Burada araladığım gerçeklik,
esas itibarı ile PKK'nın varoluş nedenlerine işaret eden temel faktörlerdir.
PKK'nın çıkış sebebi, yardımcıları ve yaşam kaynağı neydi?
Bunun perde arkası aralanırsa, Türkiye'nin bu konudaki eleştirilecek yönlerini görmek
mümkün olacaktır. PKK'nın ayakta kalmasını sağlayan istihbarati çalışmasını kısaca
gözden geçirmek gerekir. Aynı zamanda Türkiye'nin bu konudaki taktiksel
planlamalarını da irdelemekte fayda vardır.
Bilindiği üzere, devletlerin gücü ve etkinliği istihbarat çalışmalarına
bakılarak değerlendirilir. İstihbarattan yoksun hiçbir ülkenin, birimin
muvaffakiyeti mevzubahis olamaz. Bu, illegal örgütlerde de böyledir!
Örgütlerin silahlı kadroları ve bu kadroların araziye dağılımı elbetteki
önemli bir aşamadır. Ancak, istihbarat olmadan bünyede ne kadar silahlı güç
bulundurulsa bulundurulsun yok olmaktan kurtulmak mümkün değildir.
Devletler, istihbaratlarını legal birimlerle yürütürlerken, bir ülke sınırları
içerisinde silahlı mücadele veren gayri nizami örgütler, çalışmalarını illegal
milis kadroları ile yapmak durumundadırlar.
PKK, bunu dönem itibariyle çok iyi becermiştir.
Kırsaldaki dağılımı, istihbarata yönelik milis kadrolaşması ile güçlendiren PKK,
bîr dönem askeri birimlerin ve karşıtlarının nefes alışlarını dahi takip edebilmişti.
Bundan dolayı PKK, kandırdığı ve ütopik emellerine inandırdığı gençlik ve birtakım
şer odaklan sayesinde, 1994 yılına kadar, gittikçe sonuca yaklaşma ve siyasallaşma
yolunda ağırlığını hissettirmeye başlayan kitle destekli, maddi durumu harikulade bir
çizgiye ulaşmıştı.
Buradaki kilit nokta istihbaratı çalışmaya bağlanabilirdi.
Peki, ne oldu da 1994 yılının ardından PKK gerilemeye başladı?
Devlet, kendisine sığınan gençler sayesinde PKK gizini çözmüştü. Bu giz,
istihbarat ve psikolojik savaştan başka bir şey değildi.
Özellikle Tansu Çiller döneminde PKK'nın istihbarat kaynaklarına seri ve de
kararlı operasyonel yönelimler gerçekleştiren Türk Ordusu, yöre insanının kaynayan
yaraşmada merhem olmuştu. İnsanları şefkatle kazanmayı hedef edinmişti.
Dağdakileri eskisi gibi terörist adı ile dışlamaktan ziyade bağrına basmış, onlar için af
yasası çıkarmıştı. Pişmanlık Yasası diye nitelendirilen af hayli rağbet görmüş, teslim
olan örgütün üst düzey yetkilileri dahi topluma en kısa zamanda kazandırılmışlardı.
Şartlanmış militanları ve yöre halkını ikna eden devlet, dağdaki gençliği de şefkat yumağına
dahil etmişti. Doğal olarak tüm bunlar Apo'nun yakalanmasına değin olumlu
bir sürecin başlangıcı oldu. PKK bitmese bile önemli ölçüde güç kaybına uğradı.
Yenilgisi beklenen devlet, bu sıçrayışı ile PKK'ya karşı beklenmedik, tarihi bir zafer
kazandı. Bunun sonuç noktalarım ise, ancak istikrarlı bir gidişat belirleyebilirdi. Aksini
düşünmek dahi bir kabus, yani sonun başlangıcı olurdu.
Konuyu, İbrahim Tatlıses'in örgüte yaptığı yardımlardan taşıyarak önemli
bulduğum birtakım izahatlar üzerine getirmenin nedeni, günahları alınan dağlardaki
zavallılardan ziyade, içimizde severek beslediğimiz, büyüttüğümüz, güçlendirdiğimiz
asıl sorumluların yardım ve yataklık edenlerin olduğuna işaret etmek içindi.
Dağdakileri fert olarak değerlendirdiğimizde fazla tehlikeli olmadıkları,
olmayacakları görülecektir. Fakat bir Akın Birdal, bir Doğu Perinçek üstlendikleri
misyon gereği istedikleri vakit olayların seyrini değiştirebilecek kuvveti ellerinde
bulunduruyorlardı. Onlara göre, daha masum olarak görülen veya bilinçli olarak böyle
gösterilmeye çalışılan İbrahim Tatlıses de her ne kadar politik anlamda pasif olsa da,
yine de tehlikeli bir rolde görevlendirilmişti.
Neden, bilinen bir isim olan İbrahim Tatlıses deşifre edilememişti.
Oysa ki, gayri nizami savaşı içten destekleyen, icabında aptalca da olsa sırf
Apo örneğinde görüldüğü gibi, örgüte kucak açan bir ülkenin tüm mallarını imha
etmekten kaçınmayan, hatta birkaç Yunan milletvekili Apo'yu ziyaret etti diye
neredeyse bunu savaş sebebi saymayı göze alan bir millet realitesi vardı Türkiye'de.
Neden mi?
Bir yandan böylesi sert çıkışlar yapan Türk milleti, aynı zamanda kendi
çocuklarını öldürenlere yardım ve yataklık eden kendi bağrında beslemiş olduğu 
İbrahim Tatlıses'e;
- "... İbo, kurbanım sana!"
Perinçek'e;
- "Genel Başkanım."
Fetullah Erbaş'a;
- "Benim milletvekilim! diyebilmekte idi.
Osmanlı halkı da aynı pasifliğin, gafletin kurbanı olmamış mıydı?
Tarih, bu somut, bir o kadar da çelişkili gerçeklerle bir kez daha tekerrür
ediyordu.
Devletçiyim diyen ikiyüzlü yalancılar O'nu gördüklerinde eline sarılıp abi diye
yakarışlarda bulunmuyorlar mıydı?
PKK'ya yardım ettiğini belgeleyen dokümanları görmeseler dahi İbo'nun,
gençliğin katili örgüte destek verdiğini bilen sözde milliyetçiler bir gün olsun
kasetlerim almayarak masumane bir tepkiyi pratiğe sokmamışlardı bile. Sözde milliyetçilerden
tutun da dağlarda bir hiç uğruna asker evlatlarını yitirmiş analarımıza
kadar kimin evine bakılacak olsa eminim İbo'nun kasetlerine rastlanacaktır.
Öyle ise, nerede kaldı vatan borcu, namus borcu söylemindeki samimiyet?
Yoksa kör kurşunlarla yitirilen gençliğin ardından yapılan sızlanmalar da mı yalandı?
Bu durumda ezilip, büzülerek de olsa dile getirebileceğim tek gerçek şudur:
PKK'nın stratejik anlamda yönlendiricileri olsalar dahi, ne Avrupa'nın, ne de
Amerika'nın bu örgütü kullanıma elverişle kılan esas kudreti tayin ettiklerini
düşünmek aldatıcı olacaktı. Doğru idi; tezgah onlarındı. Bu tezgahta tuzlan bulunması
elbetteki olağandı. Ancak, bu örgütün Apoist felsefe doğrultusunda kudret
kazanmasını sağlayan birinci derecede sorumlular, cenazeler kaldırıldıktan sonra
yaşlı gözlerin yürek acısını unutacak kadar gafil, katillerine destek verenleri bağrında
besleyecek kadar umursamaz sivil, üniformalı toplum bireyleriydi.
İrdelendiği üzere, İbrahim Tatlıses, PKK'yı silahlandırıp, teçhizat donanımını
sağlayacak kadar büyük parasal yardımlarda bulunmuştu.
Peki, dağdakiler askerleri ne ile vuruyorlardı? Elbetteki ellerindeki mevcut
silahlarla!..
Nitekim PKK'da taktik savaşı dört dörtlük uygulayacak, yürütecek her türden
silah vardı.
Peki, bu silahlar nasıl elde ediliyordu?
Her halde bunları şeytanın vekilleri gökten indirmiyordu. Bu husustaki kilit nokta
para ve ilişkiler ağı idi.
Peki, bu ilişkiler ağını kuranlar ve parasal destek sağlayanlar kimlerdi?
İbrahim Tatlıses ve birçok bölümde adı geçenler gibi benzeri şahsiyetlerdi!!!
Peki, adı sayılan veya henüz deşifre olmamış isimlerin yaşam kaynağı neydi?
Maalesef, bunları ayakta tutan da, saygın bir noktaya taşıyan da halkın ta
kendisiydi! 
Bu sorular zincirinin son cevabı PKK'nın var olabilmesinin ve süreklilik
kazanabilmesinin nedenini de açıklıyordu.
Neden mi?
Eğer ki, Türk halkı istemeseydi, İbrahim Tatlıses, Doğu Perinçek, Akın Birdal,
Fetullah Erbaş gibi nice isimler Türkiye'nin bağrına basılmanın güven hissiyatı ile
PKK'ya yardım edemeyeceklerdi. Bu, içten sağlanan yardım kısılınca, örgüt için
hayati önem taşıyan lojistik, istihbarat ve silah alımı durabilecekti. Doğal olarak bunlar
da, dağdakilerin eylem yapabilme kabiliyetim yok edecek, kullanabildikleri dağlık
alanların daralmasını sağlayacak ve nihayetinde psikolojik yıkıntıya uğramalarını
sağlayacaktı. Yani PKK, her ne kadar dış güçlerin bir tezgahı unvanına sahip ise de,
içten barınak yapan maskesi düşecek veya gizemini korumayı başaran karanlık
güçler olmadan yaşayamayacaktı.
Türk Milleti ihanet sözcüğüne pek yabancı değildir aslında. Çünkü, her
dönemde Türkiye üzerinde oynanan oyunlar bu sözcüğün esirleri aracılığıyla
başarıya ulaşmıştı. Geçmiş süreçlerde çıkan Kürt isyanlarının perde arkasında yatan
gerçeklikler de bunlara dayalı îdi. Ve yani ihanetin tohumlarına gebe kalan birer
trajediler zinciriydi, bunlar.
Aslında ERNK raporu, çok gerçeği kısacık izahatlarla ortaya sermekteydi.
PKK'nın gizemli yükselişinin ardında yatan isimlerden biri olan ve mevcut
belgelerle deşifre edilen Tatlıses, ERNK'nm PKK Altıncı Kongresi'ne hitaben yazdığı
rapora göre; 1991-1997 yılını kapsayan zaman zarfında örgütle sürekli irtibatlı
kalmıştı. Zamanla ERNK'ya mensup militanları dahi ziyaret ettiği ve kamufle olmak
maksadıyla bağışlar da bulunduğu sade bir dil ile anlatılıyordu.
ERNK raporu bilgilerimi teyit etmekteydi; ancak, bildiklerim dışında okuduğum
raporda Önemli ayrıntılara girildiği de rahatlıkla gözlemleniyordu.
Tatlıses-PKK ilişkisi gerçeği, alçakça hazırlanan Apoizm senaryosunun kimler
rolünü oynarsa etkili olunabilinir sorusunun yaşamsal kanıtıydı. Tetiği çekenden çok
çektirenler veya birtakım çirkef emeller uğruna yardımcı olanlar, hassasiyetle
gözönünde bulundurulmalıydı.
Tatlıses'in dışa vurduğu masumiyet, oyunu içindeki ikilemi ört bas etmeye
yetmedi; yetmeyecekti de.
PKK saflarında faaliyet sürdürdüğüm süreç içerisinde Tatlıses adım ilk kez 1992
yılının Eylül ayında alınan 10 milyarlık bağış ile birlikte duydum. O sıra Garzan
Eyaleti Karargah Komutanlığında bulunuyordum. Karargahın sorumlusu ise, Ebubekir
kod adlı Halil Ataç idi.
ERNK tarafından bütün örgüt yandaşlarına yapıldığı gibi, Tatlıses'ten de bağış
istenilmiş ve ERNK militanlarının taleplerine olumlu yanıt veren Tatlıses, 10 milyar lira
bağışta bulunmuştu. Bu parasal yardım milislerimiz aracılığı ile kırsala ulaştırılmıştı.
Para, eyalet komutanı Halil Ataç'a teslim edilirken, alındı makbuzu da arşive
kaldırılmıştı.
*** 

Hiç yorum yok: