20 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -7-

                                         YEDİNCİ BÖLÜM
Turgut Özal zehrilendigi iddia edildi
Umutların umutsuzluğa dönüştüğü, güllerin solduğu, gençliğin yok olup
yozlaştığı, kardeşin kardeşi öldürttüğü Türkiye gerçeği içerisinde yitirilmek
istenmeyen mî, yoksa bitirilemeyen mi bir Örgütle karşı karşıya kalınmıştı?
Maalesef çıkar ve menfaatler doğrultusunda yönlendirilen ihanetler topluluğu
oluşturulmuştu, Türkiye'de... İhanetlerin yaşandığı ve kuşkusuz yaşatılmaya devam
edileceği bir ülke olmuştu burası.


Türkiye, bir ucundan bakıldığında her an bölünebilecek bir yapı görünümü
vermektedir. Lakin diğer uçtan bakıldığında her şey toz pembe gibi geliyordu insana.
Buna siyasal literatürde kozmopolitizm deniyormuş...
Sözde yapıcılık ve yıkıcılık aynı anda oluşum evresi geçirmekteymiş...
Kim yapacak veya kim yıkacak?
Asıl mühim olan sual budur! Fakat bu suali soran çıkmayacağı gibi, soran çıksa
da, sorunun muhatabı bulunamayacaktır. Sözler ve icraatlar vardı var olmasına da,
bunlar aynen PKK'da olduğu gibi, hiçbir dönem bütünleştirilememişti. Sözler aynı,
icraatlar ise bir başka olmuştu. Yani teorinin pratikte hayat bulması teinin
edilememişti. Doğal olarak bu da, ihanetlerin başlangıç noktasını teşkil eden ana
hususların başını çekmişti.
PKK'da denildiği gibi, ihanetin şekli ve şemali ne olursa olsun sonuç daima
yıkıcılıktı. Bu sebeple, bu dizaynın takipçisi ve esiri olan kişiler tek kelime ile
ihanetçilerdi,
İhanetçi, ihanet edenlere deniliyordu. Yani sırtım kendisine dayayanları
hançerleyen, dostunu çıkar söz konusu olduğunda düşman gibi görmeyi başaran,
ekmeğini yediği yere sahiplenmeyen ve emanete kötü gözle bakan güvenilmez
kimselerdi bunlar.
Esasen konumuz, içe kapanmış duyguların tekrardan harekete geçirilmesi
değildir. Daha ziyade terörizmi ısrarla ayakta tutan, yaşatan, faal kılan, aynı zamanda
umutlan umutsuzluğa, yeni neslin geleceğini de kör bir kuyuya gömen ihanetçilerin
cinayet şebekeleri ile ilişkilerini ve doğal olarak terörün neden bitmediğini,
bitirilemeyeceğini deşifre etmektir. Bunlardan kimi ya bir siyasetçi, ya bir dernekçi, ya
bir işadamı, ya bir sanatçıdır. Devlet ekmek vermiştir, su vermiştir, para vermiştir
onlara. Onlar da bunları, bölücü odaklarla paylaşmışlardır.
Peki niçin?
Sindirilmiş, her yönü ile geri bırakılmış bir toplum oluşturulması ve devlet
bütünlüsünün bozulması için, elbette ki.
Kuşkusuz ilk değildir bunlar. Muhakkaktır ki son da olmayacaktır.
Doğu Perinçek'in, ailesine el kaldırmaktan sakınmadığı, kariyeri iyi olan bir
babanın güzelim hayallerini kabusa dönüştürdüğü rivayet edilmiştir hep. Hakikatte de
binlerce vatan evladının kaderim ihanet çizgisi ile denkleştiren bir şahsiyet olduğunu
ifade etmek mümkündür.
İhanet sahnesinde sadece Perinçek mi vardı ki? Eski bir militan olarak kimlerin
adını duymadım ki!..
İHD Başkanı Akın Birdal'ın mı, milletvekili Fethullah Erbaş'ın mı,
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın mı, işadamı Halis Toprak'ın mı, sanatçı İbrahim
Tatlıses'in mi, hangisinin adını ansam acaba?
Bunlar bilinenler ve hakkında yasal işlem başlatılmayanlar!
Peki, ya bilinmeyenler?
Adı yukarıda yazılı bulunan şahsiyetler trilyonlar değerinde menfaat sağladılar
örgüte.
Hiç birine dokunulmadı bile!!!
Ama ölmemek, huzurlu yaşamak uğruna bir lokma ekmeğini paylaşmak durumunda
kalanlar için ölüm fermanı çıkartmak kolaydı bu ülkede.
Bunun için de; Türkiye'de fakir olmamak gerekiyordu, ezilmemek adına.
Eee, bu ülkede emeğin gücüyle de zengin olunamazdı ki! Evvel Allah bunun da
çaresi bulunurdu.
Büyük vuran hırsızlardan, inandırıcı olan yalancılardan olmak gerekiyordu;
veya, ya topçu, ya popçu, ya da sibopçu olunmalıydı.
Şayet bunda da dikiş tutturulamıyorsa bu demekti ki, siz kimliğinizde T.C. mührü
var diye kendinizi vatandaş zanneden bir zavallıydınız!
Ey halkım!
Şimdi de ben sormak istiyorum:
Peki, bizim suçumuz neydi?
Bunlar terörizmi destekler ve terör oluşturanı himaye ederlerken devletin
Cumhurbaşkanı ile, Başbakanı ile görüşebiliyor idi iseler, böyle bir ortamda evlatlarınızın
katillerini dağlarda aramanıza ne gerek vardı ki?
Açık yüreklilikle belirtiyorum ki;
Dağlardaki gençlerin günahı, bunların binde biri kadar dahi yoktu.
1998 yılının Temmuz ayında ele geçirdiğim PKK'nın 6. Kongresi'ne hitaben
ERNK'nin yazdığı genel faaliyet raporunda da tüm bu isimler teyit edilmişti. Bu
raporda inanılması güç bir para akışından söz ediliyordu. Öyle ki; örgütün dağ
kadrosuna gönderilen malzemeler bile kalem başı ele alınıyordu. Toplanan paralar
ise, ancak mark ve dolar bazında değerlendirmeye tabi tutuluyordu.
Değinilen önemli konulardan biri de AMİT (ARGK'ye Mensup İntihar Timleri)
konusuydu. AMÎT'in işlevi ve çalışmaları birer ibret vesikası olarak karşımızda
duruyordu. Bir insanın örgütsel amaç için nasıl da körü körüne ölüme gittiği sade bir
dille anlatılıyordu.
Rapora göre;
Bayan ve erkek katılımlardan bu göreve müsait olanlar ERNK tarafından tespit
edilerek, önce kırsala gönderilmekteydiler. Kırsalda belirli testlere tabi
tutulmaktaydılar. Her ne kadar iyi bir militan olma gayretine girseler dahi yapacakları
iş belli olduğundan sürekli aşağılanırlar ve bir işe yaramadıkları söylenerek rencide
edilirlerdi. Bu davranışlar bilinçliydi. Amaca ulaşana dek bu baskı kıskacı uygulamalı
bir şekilde devam ederdi. Yapılan baskılar bir müddet sonra hedef alınan kişi veya
kişileri bulanıma sürüklerdi. Bunlar bir şey yapamadıklarını, örgüt için yaramaz bir
konuda olduklarını sanırlardı. Zaman olur bıkkınlık, bazen de pişmanlık duyarlardı. 

İşte, bu nokta da şanslı ve akıllı olanlar tüm bunların yok olma sürecinin
başlangıç senaryosu olduğunu hissederlerdi. Şanslan varsa ayrılır, kurtulurlardı.
ERNK raporundaki bahse konu kişiler bu tezgaha yenik düşenlerdendiler.
Onlara, aşağılanma hissiyatının yanı sıra, bir de kahraman olmanın yollan açılırdı.
Tezgahın ağında bulunan hayatının baharındaki gençler bu senaryo karşısında ben
de iyiyim diyebilmenin, komutanının ya da arkadaşlarının gözüne girebilmenin gereği
olarak kendilerini ispata koşarlardı. İşte bu, son merhalenin aşılanmasıydı. Artık, birer
AMİT görevlisi oluyorlardı. Yani canlı bir bomba! Nerede patlayacakları ise meçhuldü.
Onlar sanırlardı ki, öldükten sonra kahraman olacaklar...
Örgüt, onlara devrim şehitlerimiz diyecekti; arkadaşları, onları örnek bir
militan olarak görecek, daima kalplerinde taşıyacaklardı.
Tıpkı Mahsun Korkmaz gibi!..
Oysa ki, aynı tuzağa o da düşmüştü. PKK, önceleri ulaşılamaz bir komutan
diye destansılaştırmıştı onu. Ardından basit bir komplo ile Öldürtülmüş ve
ancak, bu gizemli ölümü yaşayan aktörün adıyla diğer tüm militanlar
ateşlendirilmişti.
PKK'da kahramanlık denilince ister istemez hayıflanıyorum. Derinden içimi
çekiyorum. Her defasında büyük bir ıstırap içerisine dalarak başımı sadece
sallamakla yetiniyorum.
2000 yılı itibarı ile örgütün verdiği kayıp yirmibin veya daha üzerindedir.
Hangisi kahraman oldu ki?
Şahsen benimle uzun zaman beraber kalan en samimi doksanın üzerinde
arkadaşım hem de yanı başımda can verdi. Daha samimi olmadığım, fakat aynı
kaderi ve davayı paylaştığım diğer yüzlerce ölümler cabasıydı. Yanı başımda can
verenler içerisinde öyle candan arkadaşlarım vardı ki, onları canımdan daha aziz
kıldığımı yaşayanlar hâlâ anlatırlar.
Hepsinin ölümü feciydi.
Kimi bir top mermisiyle paramparça olmuştu. Kimi de çeşitli şekillerde Ölerek,
dağların vahşi ye çetin ortamında yem olup, gitmişti.
Ve şimdi bir çoğunun adım anımsamakta dahi zorluk çekiyorum.
Yıllar sonra A. Öcalan'ın yakalandıktan sonraki tavrı, aslında yürütülen davada
enjekte edilen ana fikrin ne kadar çürük bir temel üzerine kurulduğunun kanıtıydı.
Yazık!
Boş denilecek kadar mânâsız kalan bir davada maalesef onbinlerce insanın
hayatını kaybetmiş olması, Apo'nun Şam'daki yuvasından uçmasıyla
aktivitasyonunda atıl kalması, PKK'nın koca liderini koruyup kollayacak tek bir alternatif
manevra alanını oluşturamamış olması eski PKK komutam olan şahsımı tek bir
sonuca taşıyordu:
Evet, PKK, liderini dahi kurban vermekten sakınmayan kontrolü zor bir örgüttü.
Ve demek oluyordu ki, bu mesele Öcalan'ı da aşmıştı.
Zaten: yakalandıktan sonra itiraflarda bulunan Apo, kendisinin de kullanıldığını
alenen dile getirmekten kaçınmadı. Bu konu ile ilgili İmralı'da devam eden
duruşmalarında yazılı bir ifade hazırlayan Apo, şu tespitini özür mahiyetinde şöyle
dile getiriyordu:
"Hiç yanlış yapmadan düz yolda dosdoğru yürümek Allah'a mahsustur.
Peygamberlerin bile hata ve yanlış yapmaktan uzak olmadıkları kendi
ifadeleridir. Bizim de, benim de birçok yanlışlarımız oldu."
Öcalan duruşmaların birinde çok açık olarak şu ifadeyi de kullanıyordu:
"Dış güçler bizi kullanmak istemişlerdir. Bilinçli olarak dış güçlerin beni
kullandıklarını görmedim. 1990'dan sonra kullandılar."
Apo, savunmalarından birinde bu kez PKK'nın güdümünde bulunduğu gücün
kendisini dahi harcayacak boyutlara ulaştığını ifade ederken tezimi de doğrulamakta
idi.
Evet, PKK, belki Apo'nun iradesinin bir sonucu olarak doğmuştu; ancak, güdüm
altına girdiğini ret etmek yararsızdı.
Savunmasında, barışçı olduğu gerekçesi ile düşman ülkelerin kendisim
harcadığını ve nasıl bir plan içerisinde olduklarım da şöyle açıklamaktaydı:
"Gerçekten benim varlığım birçoklarının stratejik yaklaşımını bozduğu için
istemediler, sözüm ona Türkiye'ye hoş davrandılar. Başta Yunan ikiyüzlülüğü
olmak üzere, tüm Kürtler'in Türkiye'ye yöneltilme tehlikesi stratejik olduğu
kadar günceldir, tehlikelidir."
Bu itiraf demek oluyordu ki, PKK, sürecin dayattığı dış güçler ağının kontrolü
altına girmekten kurtulamamıştı.
Bugüne kadar şahsıma yöneltilen önemli bir soru vardı. Bu soru aynen şöyie idi.
"Neden bunca yıl canla başla hizmet ettiğin örgütten veya davandan
ayrıldın?"
Yıllar sonra bu soruyu açıklamak daha kolay geliyor bana. Çünkü PKK'nın
yürüttüğü davanın benim havai ettiğim dava ile hiçbir alakası olmadığını tanık oldum.
Bütün zamanlarda yüzeyselliğin dışına sarkarak gerçek mânâda bu dava benim
davamdır demedim, diyemedim. Esasen de olayların bu noktaya değin dayanacağını
kaçınılmaz bulmuştum.
Ve tahminimde de yanılmadım. Apo'nun yakalanışım duyuyorum.
Heyecanlanıyorum. Yıllar sonra bile, o anki yaşadığım hislerimi unutabileceğimi
sanmıyorum. Karmaşık duygular içine giriyorum. Bir sağıma bir soluma dönüyorum.
Her gördüğüm, telefonlaştığım arkadaşlarıma soruyorum, yalan olabilir düşüncesi ile.
Her gördüğüm, her telefon ettiğim teyit ediyordu bana, trajik gerçeği. Evet, yakalandı,
diyorlardı. Heyecanla haber bültenlerini dinliyorum. Gündem Apo'ya endeksli,
haberlerin tümünde; Apo yakalandı deniyordu. Tüm kanallarda aynı şey vardı:
"Apo yakalandı!"
Artık yılların lideri hani o, sırtımızda ömrümüz yettiğince taşıyıp da hakkını
ödemeyeceğimiz Apo'nun yakalandığına kanaat getiriyorum. Karşılaştığım manzara
inanılmaz geliyordu bana. Onu uçağın içerisinde görüyorum. Hem de gözleri bağlı,
başında Türk güvenlik personelleri varken.
Ne garip!
Henüz düne kadar, herkes onu ulaşılamaz olarak görüyordu. Korkmuş,
panikleyen, kendisini kurtarabilecek bir umut ışığı arayan, temkinli ve ürkek birine
tanıklık ediyorum. Ekranda tanık olduğum her kare onu gözümden daha çok
düşürüyordu. Bir an için duraklıyor, abuk sabuk konuşuyor.
"Annem de Türk. Türkleri çok severim. Kur1 a n hakkı için konuşuyorum..."
Bu laflarına dayanamıyorum. Neden, inanmadığım bildiğim bir şeyi söylüyordu
ki?
Yoksa...
Gözlerim bir an yaşarıyor. Ölen veya halen dağlarda bulunan arkadaşlarım
gözlerimin önüne geliyor. O, gözlerimizde dağlar kadar büyüttüğümüz, uğruna
binlerce insanı feda ettiğimiz önderlik dahi davasını unutmuş gözüküyor. Canını
kurtarmak için akıl almaz kılıflara bürünüyor. Şam'da ateist, İtalya'da Hıristiyan iken
bir anda bindirildiği uçakta Müslüman kesiliyor. Bir militan kadar dahî direniş gösteremiyor.
Hemen çözülüyor. Oysa ki, yanlış da olsa bu davaya inanan öyle militanlar
vardı ki, yakalandıklarında ağızlarım bıçak dahi açmıyordu, mahkemeye çıktıklarında
ise, mahkeme heyetine;
"Biz sizi tanımıyoruz. Bizi ancak başkan Apo yargılar."
Diyerek ölümleri pahasına restleşiyorlardı. İşte burada biraz duraksamak ve
düşünmek gerekiyor. Bu davaya umut bağlayanlara hitap ediyorum: "Aldatıldık,
aldatıldınız!"
* * *

Hiç yorum yok: