20 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -6-

                                      ALTINCI BÖLÜM
Akin Birdal öldürülmek istendi
1993 yılı idi. Planladığımız kansız eylemlerden birinde, Tatvan-Van karayolunu
kesmiştik. Bu eylemde yabancı uyruklu dört turist ile, biri asker biri de polis olmak
üzere toplam altı kişiyi rehin almıştık.
1993 yılındaki bu eylem görevini Tatvan kırsalında birinci bölge elemanı olarak
üstlenenlerden biriydim.


Havanın bulutlu olduğu bir günün sabahı idi. Uzun bir intikalin ardından
bölgemizin başka gruplarıyla da buluşmuştuk. Toplu bir şekilde boşaltılmış bir köyün
içinde konaklıyorduk. Konaklama yeri olarak seçtiğimiz köyün boş olmasının sebebi,
köylülerin iki ateş arasında kalmaktan duydukları hayati endişenin sonucundan
kaynaklanıyordu.
Noktada, yaklaşık yüzelli kişi bulunuyorduk. Gün ışıyın-caya kadar göğü saran
bulutlar hava aydınlandıktan sonra da dağılmamıştı. Tamamımız üç bölükten
oluşuyorduk. Bölükler, bölük komutanlarının tesbit ettiği yerlerde sabitlenmişlerdi. Her
bölük, ayrı tepelere ve ayrı noktalara tepeci ve nöbetçi çıkarmışlardı. Yani bölükler
bağımsız hareket ederek kendi iç ve dış güvenliklerini kendileri tayin ediyorlardı.
Bölük sorumluları, bölge komutanının denetiminde bir araya toplatıldılar.
Yapılması kaçınılmaz bir eylem hazırlığı vardı. Buna ilişkin hareket tarzının
taktik plan hazırlığı sağlanacaktı.
Gruplar birleşmişti.
Bölge güçleri bu tür birleşmeleri üç ayrı koşulda yaparlardı. Birincisi, bölge
güçlerinin düzenlemesini yenilemekti.
Bu yenilikçi girişim militanlara, değişik gruplarda ortaya çıkan niteliklerine göre
görev ve sorumluluk yüklemeyi amaçlamaktaydı. İkincisi, büyük bir eylem girişiminde
bulunmak maksadına yönelikti. Üçüncüsü, eylem veya başka durumlardan ötürü zora
düşmesi muhtemel grup veya gruplara geriden destek olma, yani ihtiyat güç olarak
müdahaleye her an hazır durumda bulunan yardımcı kuvvet oluşturma amaçlı idi.
Bizim buradaki noktaya toplanmamızın nedeni düzenleme amaçlı olamazdı.
Çünkü bölge düzenlemesi, henüz bir ay öncesinde yapılmıştı. Ve herkes çok iyi
biliyordu ki, yeni bir eylem girişiminde bulunulacaktı. Kesin gözüyle bakılan bu
olasılık, ne benim ne de benim gibi tecrübeli elemanlar için korkuya kapılacak veya
heyecana düşecek bir vaziyet değildi. Nedeni ise» bir makine gibi düşünmemiz ve
basan için eylem hedeflerine imha amaçlı şartlanmamız idi. Ölümü değil, başarıyı ve
doğal olarak öldürmeyi hedef almıştık. Böyle bir zihniyet nezdinde Ayşe öğretmenin,
Fatma hemşirenin ardından ağladığı günahsız Muratlar, Nafizler pek önemli görülemezlerdi.
Basan adına kundaktaki bebeği dahi öldürmek mubah görülüyordu.
Ölen her kim olursa olsun mutlak bir mazeret bulunurdu. Karnından yediği kurşunla
can veren henüz bir aylık adı konmamış balanın ardından kocaman kont-rgerilla
intibası oluşturulduğu gibi...
Olmayan gerillanın kontrasını aramayı başaranların yönettiği bir ülkede herşey
olabilirdi, her günün başlangıcıyla yeni bir ihanet çemberi oluşturulabilirdi tabii ki.
Noktamızda bulunuşumuzun birinci gününde, öğlen saatlerinde havayı iyice
saran bulutlardan çiseleyerek yağan yağmur damlacıkları bir süre sonra doluya
dönüştü. Boş evlerde bulunuşumuz ıslanmamızı engelliyordu. Gerçi, geride
bıraktığımız zamanlarda çok ıslanmış ve doğrusu buna da alışmıştık. Zaten, her 
günün tükenmez intikalinin ardından terden ıslanan terimiz üzerimizdeki giysileri de
ıslatıyor ve her daim olmasa da günün büyük bir bölümünü üşüyerek geçiriyorduk.
Akşam üzeri, yemek yendikten sonra bölükler ayrı ayrı içtima düzenine sokuldu.
İçtimalar yapıldı. Eylemin niteliği, açıklandığı kadarıyla işlek bir ana yolun kesilmesi
ile sınırlıydı. Fakat çıkacak en ufak beklenmedik bir terslik durumunda çok geniş çaplı
bir çatışma yaşanabilirdi. Kesilecek ana yol ise, Tatvan-Van karayolunu oluşturan
güzergah olarak tespit edilmişti. Yol, boydan boya ele alındığında sadece 70 km'lik
alanda bize eylem imkanı tanınmakta ve bu dar alanın stratejik önemi olan yerlerinde,
üç karakol ile devriye panzerleri bulunuyordu. Kesilecek noktaya en uzak karakol ise
azami 10 km kadar olarak tahmin ediliyordu.
Akşam vakti hava karardıktan sonra gruplar sırasıyla belirli manga düzeni
doğrultusunda tertiplendiler. Her zamanki gibi, manga komutanları en başa geçti.
Öncüler ve artçılar bölgeyi en iyi bilenlerden oluşuyordu. Ayrı noktalardan gelen
gruplar, tek istikamete, tek kuvvet halinde yöneldiler.
Ben Şehit Berivan Bölüğü'nde bulunuyordum.
Bulutların kapattığı karanlık dünyanın acımasız, ölüm kokan dağlarında yeni bir
eylem için yol tepiyorduk. Kullandığımız geçiş güzergahları sarp kayalıklardan
oluşuyordu. Yer yer uçurumların kenarından geçmek durumunda kalıyorduk. Çok
karanlık bir havada tehlikeli bir intikal gerçekleştiriliyordu. Birinin ayağı her an
kayabilir, uçurumdan aşağı yuvarlanabilirdi. Bu tür vakalara sık rastlanıyordu. Bu
tehlikeli geçiş güzergahlarında düşüp yaralananlar ve hatta ölenler bile olmuştu.
Takriben altı saatlik bir intikal gerçekleştirildikten sonra eylemin yapılacağı yol
güzergahına hakim tepelere vardık. Tepelerde, tüm gruplar oldukları yerde tek sıra
halinde oturtuldular. Manga, takım ve bölüm sorumluları bölge komutanı Ali'nin
talimatı ile bir araya toplatıldılar. Yarım saat süren kısa bir istişare yapıldı. Tekrar
grup sorumluları mesul bulundukları birimlerin başına geçtiler.
Eylemin taktiksel planlamasında son rötuşlar da böylelikle tamamlanmıştı. Ve
eylemin nasıl yapılması gerektiği, eylemin yapılacağı arazide bir kez daha ortaya
konmuş oluyordu.
Sabaha birkaç saat kala gruplar, ayrı hedef bölgelerine hareketlendiler.
Savunmada üç ayrı grup tutuldu. Bu gruplar, en hakim tepelere, en yetkin militanların
öncülüğünde grupların mevcut en ağır silahlan ile donattırıldılar. Tepelerden, yola
inecek grupları veya pusuya gidecek olanları takip etmeleri ve korumaları gayet kolay
olacaktı. Her bir grup 10'ar kişiden oluşuyordu. Ellerinde Bikisi ve Kanas gibi uzun
menzilli silahlar vardı. Bir grup havanın aydınlanmasıyla birlikte yola kadar inecek,
verilecek talimata göre yolu kapatacaktı. Bu grup yakın savunmada bulunan
militanlarla birlikte yirmi kişi kadar olacaktı. Ellerinde keleş ve yakın muharebe
teçhizatları bulunuyordu. Görevleri; eylem emri ile birlikte yol üzerine çıkmak ve
Tatvan-Van karayolunu kullanan tüm araçları durdurarak kontrolden geçirmekti.
Şüpheli görülenler alıkonacak, hedefteki tespitli isimler öldürülecek, geri kalan
sivillere örgütün propagandası yapılacaktı.
Yolu kapatacak olan aktif plandaki asıl grubu, dıştan yapılacak olası bir
müdahaleye karşı koruma maksadıyla ayrıca iki pusu grubu çıkartıldı. Bu gruplar,
civar karakollardan yapılacak olan olası müdahaleyi veya rastgele yoldan
geçebilecek olan askeri kuvvetleri pusulayarak etkisizleştireceklerdi.
Pusu grupları, yola elli veya yüz metre kadar uzakta kalan tepeciklere 
mevzilenmişlerdi. Bu tepecikler yola tam hakim noktalardı. Kurulan iki ayrı pusu
grubunda da ikişer adet Biki'si ve ikişer adet Biksiving (RPG-7 Roketatar) bulunuyordu.
Bu silahların iyi kullanılması halinde karşıt gücü herhalükarda yıldırmak
pekala mümkündü. Bu silahlar aynı zamanda bölgenin taşınabilir en sonuç alıcı
araçları olarak da değerlendiriliyordu.
Bu aktif grupların dışında kalan diğer gruplar hareket tarzına göre daha sonra
görevlendirilecek ihtiyati kuvvet olarak tutuldular. Tabii, bu gereksinime askeri
müdahale olursa başvurulacaktı. Aksi durumda, geri çekilme esnasına kadar eylem
bölgesine yakın bir noktada beklemede kalacaklardı.
Ben, yola inen grupla birlikte hareket ettim. Grubumuz hava aydınlandıktan bir
müddet sonra yola kadar indi. Ben dahil, beş kişi öncelikli olarak yolun üzerine
çıkacaktık. İçimizde silahlı, yüzü maskeli bir milisimiz de bulunuyordu. Diğerleri ise,
eğer ki arabalar yoğunlaşırsa yakın güvenlik amacıyla yardıma çağrılacaklardı.
Artık, eylem için her şey hazırdı. Yolun tam ortasında bulunuyordum. Silahım
omzumda asılı duruyordu. Pek fazla telaşım yoktu. Oldukça rahattım. Rahat
tavırlarım, yanımda bulunan arkadaşlarıma da bir güven kaynağı oluşturuyordu.
Tatvan-Van karayolunun gerek sivil vatandaşlar, gerekse görevli personeller için
güvenli olmadığını bilen güvenlik kuvvetleri, bu yolu, o dönemlerde kullanan araçlara
geçme iznini zorunlu kalındıkça veriyorlardı. Zira, akşam saatlerinde bu yol, trafiğe
tamamen kapalı tutuluyordu. Ve zaten genelde geçişi güvenli olan Erciş istikameti
seyahat için tercih ediliyordu.
Herşeye rağmen araçlar yine de tek tuk gelebiliyordu. Hedeflerimiz arasında
bulunmayan araçları gereksiz yere erkenden alıkoymamak için uzaktan gelen araçları
tepedeki gruplarımız telsizlerle bize bildirdiklerinden yolu boşaltıyor, görünmemek için
gizleniyorduk. Akşam saatlerine kadar hedef alabileceğimiz araçlara rastlayamadık.
Ancak, havanın kararmasına birkaç saat kala yolu tam anlamı ile kapatmamız istendi.
Gelen araçların tamamını tutacak, kimlik kontrolü yapacak, olağanüstü durumun
dışında sivillere yönelik örgütün propagandasını yapacaktık. Verilen talimatla birlikte
geride bulunan arkadaşlarımızdan hareket edebileceğimiz dört kişilik ek kuvvet daha
aldık; yolu tam anlamı ile trafiğe kapattık. Yakaladığımız araçları kontrolden geçirdik.
Yolculara, ikinci bir talimata kadar araçlarda oturmalarını tembih ettik.
Önünü kapattığımız vasıtalardan biri özel firmaya ait bir otobüstü. Otobüse ben
ve yanımda biri daha olmak üzere iki kişi çıktık. Ben, otobüsün koridor başlangıcında,
şoförün hemen yanında duruyordum. Arkadaşım kimlik kontrolü yapıyordu.
Tereddütlü bir şekilde bana bakan, otobüsün camlarından aşağıdaki militanları
gözleyen yolculara nezaketen paniğe kapılmamalarını söyledim. Bazılarıyla bire bir
ilgilendim. Durumlarını sordum.
Otobüs kontrolü sonrasında, otobüsün içinde dördü yabancı turist, biri asker, biri
polis olmak üzere altı hedef isim olduğunu öğrendim.
(Hedef kelimesi ile kastedilen, sadece öldürmek değil, aynı zamanda karşı güce
karşı kozları paylaşmak veya kullanmak anlamına da geliyordu. Bir nevi şantaj gibi...)
Bu altı hedef ismin, yolcuları paniğe sürüklemeden gayet kibarca otobüsten
alınmalarım ve yanıma getirilmelerini emrettim. Turistleri, Avrupa'nın bizi muhatap
alması ve Türkiye'yi güvensizlikle suçlaması için alıkoyacaktık. Diğerleri, zaten
örgütün hedefleri arasında bulunuyorlardı. Geçerli bir neden öne sürülmedikçe
cezaları, mutlak ölümdü. Hem de işkence yapılarak...  


Hedefteki asker ve polisle birlikte otobüsten indirilen turistler yanıma getirildiler.
Turistler diğerlerine nazaran daha az tereddütlü idiler.
Ellerimi uzattım onlara:
- "Merhaba, biz gerillayız", dedim.
Turistler gülüyorlardı. Çünkü el uzatışımın dışında söylediklerimden de hiçbir
şey anlamamışlardı. Türkçe bilmiyorlardı. Fransa'dan gelmişlerdi. Beni
anlayamamalarına karşın uzattığım ellerimi de bırakmamışlar, benimle
tokalaşmışlardı. Turistlerin hepsi yaşça büyüklerdi.
Sırtımı turistlere döndüm, bir müddet sonra. Polis ve asker olduğunu öğrendiğim
kimselere diktim gözlerimi. Hafiften çattım kaşlarımı. Aslında kaşlarımı çatışımın
altında biraz da sempatik görünme ihtiyacı duymuştum. Çünkü etrafımda desteğine
muhtaç olduğumuz sivil insanlar duruyordu. Tabidir ki, dosta güven veren melaikeleri
oynamamız gerekiyordu. Bunun en iyi uygulanma şekli, tatlı-sert olmaktı.
Önce askere sordum:
- "Annen bekliyordur seni, değil mi?"
Asker:
- "Evet, bekliyor efendim!"
Bu sorum manâlı idi. Sorumu bir daha annesini göremeyeceğini kastettiğimden
dolayı yönelttiğimi sanan askerin gözleri doldu. Dokunsam, belki hüngür hüngür
ağlayacaktı. Kolay değildi; ölüm ile yaşam arasında bocalıyorlardı. Bu duygulan,
değişik başka duygularla birlikte yaşayan tecrübeli bir savaşçıydım. Askere ilginç bir
yanıt verdim:
- 'Bizim ki del.."
Evet, bizim de anamız vardı. Bizim de yolumuz gözleniyordu.
Polis olan da büzülmüş, ürkek ürkek bakınarak merhamet dilenir gibiydi.
Militanlara, polis ve askerle birlikte turistleri de yanlarına almalarını ve sivillerin
uzağında bir yere götürmelerini söyledim.
Havanın kararmasıyla tüm yolcuları bir araya topladık. Onlara kısa bir
propaganda yaptık. Askeri bir müdahaleye maruz kalmadan eylemi bitirdik; tüm
araçları serbest bıraktık. Bazı ateşli taraftarlar bırakılışlannı eylemin başlangıcında
attıkları sloganlarla kutladılar:
- "Biji serok Apo!!!"
Beyaz bir taksinin içinden kullandığı, kendinden büyük bir sözün sahibi bir kız
çocuğu, insanların, bilinçsizce ideolojileri küçük beyinlere, hem de ne olduğunu
bilmeksizin nasıl aşılayabildiğinin kanıtıydı. Kızın sözleri gerçekten boyundan büyük,
ama düşündürücü, unutamayacağım bir acının simgesi oldu. Bu senaryo Doğu'daki
bir balayı dahi içine alan garip bir oyunu teşkil ediyordu. Daha doğrusu onlar da kirli
savaşın tohumlan olacaklardı; olmuşlardı da.
İşte, bugün asıl korkulması gereken, bu trajik vakaydı.
Yanımızdan geçen bir taksiden kapı camı bölümünü kullanarak dışarı sarkan
küçük, sevimli bir kız çocuğu zafer işaretleri yapıyordu. Olabildiğince tebessüm
saçıyordu etrafına.   


Ne de şirindi! Babası, annesi, belki bir başka yakını olan yanındakilerin
pohpohlaması ile şeker verilmesi gereken ağza sloganlar yerleştirilmişti.
Aynen şöyle haykırıyordu bala:
- "Biji hevaller! Apo, Apo! Türklere ölümü! Bedeni nize bir kurşun
saplanıp da, bizi terk ederseniz bir gün biliniz ki, bizim kalbimizde daima
yaşayacaksınız. Sizler ölmeyeceksiniz!.."
Oysa ki bu küçük kız çocuğu kimin, kimin kanını niçin akıttığını dahi idrak
edecek yaşta değildi. Esasen de büyüklerinin düştüğü tuzağa onun düşmemesi zaten
garipsenilecek bir vaziyet olurdu. O gün slogan atan kız çocuğunun, sonraki
zamanlarda eline silah alması da kaçınılmazdı.
Ölümü tarif edemeyecek kadar küçük ama, ölüm hükmünü verecek kadar
kuşatılmış bir beyine sahipti bu kız çocuğu.
Eylem bitirilmiş, araçlar bırakılmış ve herkes araçlarıyla olay yerinden
uzaklaştırılmıştı. Artık, geri çekilme faslına geçilecekti. Turistlerin yanına vardım.
Turistler ve diğerleri kayalıkların üzerine oturmuşlardı. Yanlarına varmama beş on
metre kala ellerimle işaret ederek, kalkmalarını istedim. Polis ile yanındaki asker
hemen fırladılar; ayağa kalktılar. Ancak turistler hâlâ oturuyorlardı. Yanı başlarına
kadar sokuldum. Sağ elimi içlerinden birinin omzuna koydum. İletişim kurmaya
çalıştım. Ama nafile, bir türlü anlaşamıyorduk. Ellerimle işaret ediyor, kalkın, bizimle
beraber geliyorsunuz demeye getiriyordum. Fakat buna da razı olmuyor ve başlarını
sallayarak bizimle gelmeyeceklerini ima ediyorlardı. Baktım ki bu iş böyle olmayacak,
grup sorumlusuyla telsiz irtibatı kurdum. Durumu izah ettim. Bana, güvenli bir noktaya
kadar çıkmamızı söyleyip, Fransızca'yı iyi konuşan Resul'u yanımıza yollayacağını
belirtti.
Resul adlı örgüt elemanı aslen Tatvanlı idi. 25-30 yaşlarındaydı. 1994 yılında
çıkan bir çatışmada hayatını kaybetti.
Resul, 15-20 dakika sonra yanımıza kadar indi. Bize verilen talimatın aksine,
güvenliğimiz için çıkmamız gereken yoldan dahi ayrılmadık. Civar karakollar -ki
bunlardan bir tanesi bize çok yakındı- orada bulunduğumuzdan haberdar olmuşlardı.
Telsiz konuşmalarını dinlerken, serbest bırakılan sivil vatandaşlardan durumu
öğrendiklerini duyduk. Onlar da çok telaşlıydılar. Yoğun bir telsiz trafiği vardı. Bölgeye
intikal etmek için güç hazırlığı yapıldığı besbelliydi. Resul, bu bilinç ile turistlere
yanaştı. Kaybedecek zamanımız yok, dedi. Onların dilinden konuşuyordu. Bizim
gerilla olduğumuzu, kendilerine zarar vermeyeceğimizi, sadece birkaç günlüğüne
misafir olarak ağırlayacağımızı anlatıyordu. Yine de turistlerin umurunda değildi.
Bildiklerini okuyorlardı. Zamanla omuzlarım çocuklar gibi, bize ne, dercesine kaldırıp
indiriyorlardı. Resul'e yanaştım. Caydırıcı olmamız gerektiğini söyledim.
Resul:
- "Ne yapabiliriz? Öldürelim mi?.."
- "Hayır heval! Onlara de ki; eğer ki burada kalırsanız, Türk askeri operasyona
çıktığında her dördünü de vuracak, öldürecek!.."
Resul, ciddi bir tavır ile söylediklerimi aynen tercüme etti. Buna rağmen ikna
olmadılar. Resul'ün dediğine göre; bizim gerilla olmadığımızı, devletin yol kesen,
adam öldürüp PKK'nın üzerine atan kontrgerillan olduğumuzu sanıyorlardı.
Turistlerin bu tavrı benî çılgına çevirdi. Her türlü iyi niyetimizi suistimal  
ediyorlardı. Bir an için onları hem yürütecek, hem de PKK'h olduğumuza inandıracak
çılgınca bir fikir geldi aklıma. Fazla yüksek olmayan, fakat karakola tam cephe olan
sırta doğru tırmanmaya başladım. Kimse ne olduğunu anlayamadan karşı tarafta
ışıklan yanan karakolu hizaladım. Omzumdaki keleşimi indirdim. İzli mermilerin
bulunduğu şarjörümü çıkardım, silahıma taktım. Karakola doğru birkaç el ateş ettim.
Keleşin, bulunduğum mesafeden hedefini vurması mümkün değildi. Zaten, önemli
olan, görüntümüzün alınmasıydı. Aradan yarım dakika dahi geçmedi. Benim keleş
mermime karşılık olarak koca devletin, koca top mermileri üzerimize yağmaya
başladı. Hemen akabinde uçak savarlar çalıştı. Bir anda top ve silah sesleri duyan
turistlerin titreyen bacakları hareketleniverdi ve bizimle yürümeye, sırtı tırmanmaya
başladılar.
Nihayetinde korkutarak da olsa bu baş belası turistleri yürütmeyi başarmıştık.
Yol kesme eylemi basit, başarılı, zayiat vermeden sonuçlanmıştı. Elimizdeki altı
rehine ile geri çekilmeye başladık. Manevra esnasında oldukça ağır yürüyen turistler
kendileriyle birlikte bizleri de yavaşlatıyorlardı. Bellerinde Özel çantaları vardı. Belki
bir çayırda otururuz düşüncesiyle yanlarına panço dahi almışlardı.
Ahh, bir görmek vardı ki onları!
Yürürlerken, bazen ayaklan taşlara takılıyor, yere düşüyor, bacaklarında
sıyrıklar oluşuyordu. Kimi dayanamıyor. Bazen duruyor, sanki özgürlük vadisindeymiş
gibi, el hareketleri ile; ben gelmem, siz gidin, dercesine oturuyor, fakat bizim
durmadığımızı görünce, karanlık ve ıssız dağların verdiği korkuyla tekrar kalkıp
ardımızdan tabana kuvvet koşuşturuyorlardı. Kimi ise, hem yürüyor, hem de kendi
kendine söyleniyordu. Kim bilebilir ki, belki kendine, belki de bize sövüyorlardı. Bense
hallerine gülmekten başka bir şey yapamıyordum.
Hele o, polis ile askere ne demeli... Zavallı garipler, onlar da düşmüşlerdi gafilce
bizim ellerimize. Ellerinden bir şey gelmiyordu ki. Kendilerince kurtulma ümidi ile
büyük bir haklılıkla yağ çekiyorlardı. Bizim duyacağımız şekilde konuşuyor, fakat
duymamızı istemiyorlarmış gibi görünüp, aralarında fısılda ş an asker ile polis; bunlar
ne büyük kahraman! Biz böyle bilmiyorduk. Bu kadar zor bir ortamda böyle bir
mücadeleyi vermek büyük bir inancın ve haklılığın eseri olmalı. Bıraksalar
görevlerimizden ayrılırız!!! gibisinden laflar ediyorlardı.
İşin ilginç tarafı bir ara sohbeti fazlaca derinleştirenlerden asker olanı;
- "Bırakılırsa gitmeyelim. Tamam mı?" deyince, bu fikir, polise göre, dozu
biraz fazla kaçmış bir laf olmuştu ki;
- 'Yok, öyle değil. Baksana şu cesarete. Biz bu kadar cesaretli değiliz. On
fırın ekmeği yesek, gene onlar gibi olamayız. Eğer ki bizi gönderirlerse söz, ne
istiyorlarsa yaparız." dedi.
Ertesi gün, polis ile askeri turistlerden ayırdık. Turistler, ihtiyaçları daha rahat
görülebîlsin diye köylere yakın bir noktada tutuldular. Polis ve asker, devletin silahlı
elemanları olduklarından ve sözde Kürdistan'ın işgal altında tutulmasında iştirakçi
konumda bulunduklarından soruşturmaya tabii tutulacaklardı. Bu işledikleri suçun
gereği öncelikle güvenliğe alınacak, soruşturmanın selâmeti açısından tecrübeli
elemanlar tarafından devamlı göz hapsinde tutulacak, kendilerine eğer ki verilirse
sadece yemek ve diğer zaruri ihtiyaçları giderilecekti, gözleri devamlı bir bez
parçasıyla hiçbir yeri göremeyecek şekilde kapalı, elleri ise sağlam bir ip ile bağlı
tutulacaktı. 
Genelde esir alınan veya kaçırılan sözde karşıt gücün uzantılarına, güvenlik
soruşturmasında bulundukları sürece, işkence ve psikolojik baskı uygulanırdı. Rehin
alınan kişiye, devlet ile olan bağlan sorulurdu. Eğer ki imkan bulunursa, özel bir çaba
ile bu kişi veya kişilerin ailevi yaşantıları dahi gözetim altına alınırdı. Sonuçta,
istenilen elde edildikten sonra inisiyatif, bulunulan grubun sorumlusuna kalırdı. O,
isterse birtakım bahaneler ileri sürerek alıkonulan kişiyi serbest bırakabilir veya işi
bitmiştir, bundan sonraki süreçte zararlı olabilir, kanısı ile Ölüm karan alabilirdi. Bu tür
olayların son halkası, genelde hep infaz karan ile sonuçlanmıştır. Birtakım istisnalar
da olmuştur doğal olarak. Sorgulananlar ve neticede serbest bırakılanlar da vardı.
Ancak, belirtildiği üzere, bunlar sadece birer istisnai hükümlerdi. Buradaki amaç ise,
serbest bırakılmalarına karşılık örgütün propagandasını ve lehte etkinliğini arttırmaktı.
Yani kapı, yine menfaate yönelik aralanıyordu.
Bu vesileyle, zaten Avrupa ile güçlü bağlar hedefleyen PKK, kendisini
insancıllıkla daha başka nasıl ifade edebilir-diki? Bazen ölüm kararları devletin lehine
olabileceğinden örgüt, bu kısmı uygulamaktan sakınabiliyordu. Yoksa, PKK'nın
tüzüğü gereği ana kural, düşman olan ve karşıt güçte silah kullanan kimselerin
ölümle cezalandırılmaları üzerine kuruluydu.
Nitekim sivilleri, hatta kundaktaki bebeleri dahi öldürmekten kaçınmayan bir
zihniyetin perde arkasında, zorla alıkonulan asker veya polislerin serbest
bırakılmasının ardından büyük bir felaket ve art niyet aramamak mümkün değildi.
Bu konular ürkütücü bir olayı daha aklıma getiriyor sürekli.
Bir seferinde, devletin güvenlik kuvvetleri ile operasyonel türü icraata girişen bir
askeri birliği pusuya düşüren örgüt militanları, bir rütbeliyi alıkoymuş. Bu rütbeli
günlerce işkence görmüş. Uzun süren soruşturmanın ardından hakkında ölüm karan
verilmiş... Mezarı dahi kendisine kazdırılmış... Mezarını kendisi kazan rütbelinin can
vermesi de feci olmuş. Rütbelinin ölümü, doğrusu, olur olur da bu kadarı da olmaz
dedirten türden vuku bulmuştur. Anlatımı hoş değil ama; başkaca da PKK'yı tarif
imkanımız bulunmuyor maalesef.
Rütbeli bir mağaraya götürülmüş, gözleri bir bez parçasıyla bağlatılmış, ayaklan
da... Çığlık atmasın diye bîr bez parçası da ağzına geçirilmiş. Ve bu rütbeli, tüm bu
olaylar yaşandığında cırılçıplakmış. Zaten vücudunun her yeri, üzerine eritilen
naylonun etkisiyle yeterince tahribat görmüş. Altında bir şişe bulunmaktaymış.
Üzerine oturtulmuş... İnanılması güç ama, rütbeli kendisine uygulanan bu işkenceye
daha fazla dayanamamış. Kan kaybından çok kısa süre sonra hayatını kaybetmiş...
Evet, gerçekten inşaların içini ürperten ve beşeriyetle ilgisi olmayan bir vakaydı
bu trajedi. PKK'yı hümanizm tanımlamasıyla kamufle etme gayretine giren Akın
Birdal'a da aynı zaman da atfolunur bu vak'a.
Turistler yanımızda kaldıkları müddetçe bizden özel ilgi görüyorlardı. Bütün
ihtiyaçları karşılanıyordu.
Zira, her halükarda serbest bırakılacaklardı. Amacımız; bunlar vasıtasıyla
Avrupa'nın gündemini meşgul etmek ve kendimizden sürekli söz ettirmekti. Bunu da
başarmıştık. Yerli ve yabancı basın bu eylemi yazıp çiziyordu. Dağlardan
dinleyebildiğimiz BBC ve Amerika'nın Sesi Radyosu gibi, Türkçe haber bültenlerinde
de sürekli bu eylemlerden söz ediliyordu.
Yoğunlaşan bu tür haberler vatandaşlarım rehin veren Fransa'yı oldukça
rahatsız etmişti. Bu ülkenin yönetici organları derhal harekete geçti; diplomatik
girişimlerde bulundu. Türkiye'den vatandaşlarının sağ salim kurtarılmasını istedi.
Hatta, bunun için Fransa'nın, Türkiye'ye gizli nota verdiği dahi söylendi. Ancak, Türk
Devleti her zamanki gibi, gereği mutlak yapılacaktır, vatandaşlarınızın örgütün
elinden kurtarılması için her türlü çaba sarf edilecektir sözünü vermesine rağmen
Fransız hükümeti, bu şekilde sonuç alamayacağını anlamış olsa gerek ki, bu kez bir
öneri verilmesi ile, PKK'nın değer verdiği dernekler ile bağlantı kurdu.
Bu sırada devreye Akın Birdal girdi.
Biz ise, sesimizi kesmiş, herhangi bir Avrupa devletinin bizimle muhatap
olmasını bekliyorduk.
Fransa devletinin girişimleri ve Akın Birdal'ın aktif pozisyonu bizi sonuca doğru
götürüyordu. Keza, muhatap kazanılması aynı zamanda bizim de muhatap
alındığımıza işaret sayılırdı.
Akın Birdal devreye girmişti. Bekleyerek zaman kaybetmedi; bizimle hemen
irtibata geçti. Kendisini temsilen iki kişiyi bizimle görüşmesi için görevlendirdi.
Milislerimiz randevu yerlerini ve günlerini takip ediyorlardı. Her şey tamamlandıktan
sonra buluşma, Çorsin köyünün yakınlarında gerçekleşti.
Çorsin, Tatvan'a bağlı, Van Gölü sahiline yakın bir köy olup; adı Ermeni
döneminden kalmadır. Bu köy, zamanında PKK'ya çok yönlü destek vermişti.
Köylünün tamamı okuma yazma biliyordu. Diğer köylere nazaran PKK'yı ideolojik
bağlamda destekleyen ve bu örgütün stratejisini ve sözde parti önderliğinin
çözümlemelerini yakından takip eden bir çizgide bulunuyorlardı. Kısacası bizden
daha militanlaşmışlardı.
Ben, örgüt militanlarından Behrem, Serhat ve Revşan ile buluşma noktasına
gittik. Aracılar Akın Birdal adına geldiklerini ifade ettiklerinden bizden oldukça ilgi
gördüler. Beraber çay demledik. İki saati aşkın sohbet ettik. Birinin adı, gerçek miydi
bilemiyorum ama, hatırladığım kadarı ile Kıyas ya da Kaya gibi bir şey olsa gerekti.
Sohbet esnasında bize rehinelerin durumunu sordular. Avrupa'nın, özellikle de
Fransa'nın vatandaşlarım serbest bırakmamız için kendilerine baskı yaptıklarını ve
ağabey dedikleri Akın Birdal'ın bizimle olan samimiyetine istinaden yanımıza kadar
geldiklerini belirttiler.
Aracılarla buluşmadan evvel Behrem, eyalet sorumlusu Ebubekir ile durum
değerlendirmesi yapmış ve Ebubekir de Apo'dan aldığı talimatı aynen Behrem'e
ileterek, gelişmeleri takip etmesini istemiş... Buna göre; turistlerin bırakılmasına
karşılık Fransa'dan örgüt ile belli mutabakatlara varması, bu ülkede rahatça siyasi
faaliyetler sürdürülmesine izin vermesi, Türkiye'ye baskılar, hatta askeri ambargolar
uygulaması gibi talepleri yerine getirmesi isteniyordu. Bu, Avrupa'ya sağlam
adımlarla açılımın bir gereği olarak görülmüştü. Nihayetinde tüm bunlar aracılara da
anlatıldı. Aracılar tarafından mantıklı bir talep diye nitelendirildi bunlar. Onlar da
zaten, Fransa'nın vatandaşlarını kurtarmak için her türlü fedakarlığı yapacağım
belirtiyorlardı.
Birinci elden bir kez daha teyit almak gerekiyordu. Bu mercide Akın Bir dal
bulunuyordu.
Behrem, bu durumu Akın Birdal ile bire bir konuşmak sureti ile sonuçlandırmak
istediğim belirtti. Bu talep, aracılar tarafından da uygun karşılandı. Yalnız, durumu
içlerinden biri kavrayamamış olsa gerek ki;
- 'Yüz yüze mi?" dedi.  

Behrem:
- "Hayır, telefonla... Şu an bizim yetkili görüştürmek anlamında
olanağımız kısıtlı."
Hava kararıncaya dek beraber bulunduğumuz elçiler ile, akşam saatlerinde
Çorsin köyüne girdik. Burada çok güvenilir bir milisimizin evinde bir şeyler atıştırdık;
karnımızı doyurduk. Ardından, 15 dakika uzaklıkta bulunan başka bir köye geçtik.
Bu köyün eski adı, Avetağ idi.
Çorsin köyünden Avetağ köyüne geçişimizin asıl nedeni, Çorsin'in devlet
tarafından bilinen, PKK sempatizanı bir köy olmasından kaynaklanıyordu. Avetağ ise,
bu anlamda pek dikkat çekmemişti. Kısacası bir güvenlik nedeni vardı ortada.
Avetağ'da telefon olanağı da bulunuyordu. Aracılarla birlikte altı kişi bu köye girdik.
Beraber güvenilir milislerimizden birinin evine girerek oturduk, soluklandık. Burada da
çay demlendi; kısa bir sohbet kuruldu. Akabinde aracılardan biri Behrem'e
yaklaşarak;
- "Heval, daha fazla geç olmadan Akın Ağabeyi arayalım mı?" diye sordu.
Behrem:
- "Olabilir, buyrunr dedi.
Aracı, telefonun başına oturdu; telefon etti:
- "Akın ağabey orada mı?" diye, birine telefonda sordu. Birdal'ı telefona
çağırdı. Birdal, çıkınca karşısına lafı uzatmadı:
- "Abi, arkadaşlarlayız. Güvenilir bir yerde bulunuyoruz."
Dedi.
Aslında bu köy de, fazla göze batmamış olmasına karşın, pek güvenli değildir.
Çorsin köyündense burayı daha emin bulmuştuk. Yoksa burası da karakollara
yakınlığı sebebi ile, üstelik zırhlı araçların 15-20 dakikada sokulabileceği kritik bir
konuma sahipti. Buna imkan vermemek için, köydeki milislerimize güvenliğimiz
sağlatmayı da ihmal etmemiştik.
O dönem yardımcısı olduğum Behrem Türkçe bilmİ3'or-du. Akın Birdal da
tahminimce Kürtçe'yi bilmediğinden -en azından ben böyle biliyordum- telefon
görüşmesini ben yaptım:
- "Alo, Akın Bey..."
Akın Birdal.
- "Heval, devrimci selamlar."
Gülümsedim:
- "Devrimci selamlar."
Aynı karşılığı verdiğim esnada, Birdal'm hafızası bayağı güçlü olsa gerek ki,
beni ses tonumdan tanıdı. Kendisiyle daha önceden de görüşmüştüm. Kod adımı
dahi unutmamıştı.
- "Sen misin Redür?"
Dedi.
- "Evet, benim."  


Muhabbeti telefonda biraz daha koyulaştırdık. Konuşmamızı farklı bir çerçevede
idame ettirirken, Akın Birdal sadede geldi. Konuyu turistlere çekti. Onların sağlığım
sordu. Her sorusuna olumlu ve mutedil mesajlarla yanıt veriyordum. Akın Birdal,
Avrupa'nın, genel anlamda açıkça olmasa da bize destek verdiğini, muvaffak
olmamız için bu desteğe mutlak ihtiyaç olduğunu ve bunun böyle devam etmesinin de
ancak turistlerin serbest bırakılmasıyla mümkün olacağını belirtti. Bu görüşe
katıldığımı beyan ettim. Ancak bunun, sadece bizim irademizle
gerçekleşemeyeceğini, parti önderliğim de aramalarını söyledim. Akın Birdal, bunu
olumlu karşıladığını ifade etti.
Bana;
- "Önderliği de arayacağım," dedi.
Fakat Birdal, kamuoyu tepkisine rağmen dile getirmek durumunda olduğu başka
bir ayrıntıyı unuttu. Bu yakalanan biri asker, biri polis iki rehine ile ilgili idi.
Dayanamadım. Sordum.
- "Elimizde bir polis, bir de asker var. Onları ne yapalım sizce?"
Birdal, gayet sakin davrandı. Fazla bir tepki göstermedi. İstese, onlar için de bîr
mazeret bulabilirdi. Bunu yapmadı. Aksine oldukça ilginç, bir o kadar da düşündürücü
bir yanıt verdi:
- "Ha, evet onlar da vardı."
Güldü... Alaycı bir ifade ile de devam etti:
- "Onları da size bırakıyorum. Siz bizimkileri bırakın da..."
Görüşme sonuçlandıktan sonra aracılarla bir süre daha köyde kaldık. Gece geç
saatlerde vedalaşarak ayrıldık.
Aracılar köyde sabahlayacaklardı.
Bir gün sonra Apo, bizimle telsiz irtibatı kurdu. Turistleri serbest bırakmamızı
istedi.
Bu talimatın akabinde turistler serbest bırakılarak azat edildiler.
Öyle zannediyorum ki, Fransa'dan istenilen talepler de yerine getirilmişti.
Çünkü, o sürecin ardından Fransa'ya deneyimli bir çok eleman gönderildi.
Temsilcilikler açıldı.
Turistler bırakıldıktan sonra, polis ve askeri bizzat ben sorguladım. Pek bilgileri
yoktu. Kendilerinden verim alamadık.
O güne kadar birey olarak zulme ve işkenceye karşı durdum. Bir çok insanı
sorgulamış olmama karşın, ne kadar büyük hedef olurlarsa olsunlar kimseye
savunmasızken kötü muamelede bulunmadım. Nitekim rehin alınan asker ve polise
de dokunulmamasını arkadaşlarıma telkin ettim. Baskı, sadece psikolojik anlamda
yapılıyordu.
Gönlüm, o dönem havasını telaffuz ettiğim ortamda bile asker ve polisin
öldürülmesine razı olmadı.
Ne yalan söyleyeyim bazen, yapmacık da olsa, pek sempatik oluyorlardı.
Örgütte iken, gaddar olduğum rivayet edilirdi hep. Ancak, daha önceleri olduğu
gibi, bunlara da bakınca, beni kendilerine çeken bir sıcaklık hissediyordum. Yoksa,
zulmün odağında hümanist bir kişiliğe mi sürükleniyordum.
Her neyse, kararımı verdim! Onların da, turistlere yaptığımız gibi, azat
edilmelerini sağlayacaktım.
Merkezi yetkiliye Bölük Komutanı Behrem aracılığı ile, bunların öldürülmelerinin
bize fayda sağlamayacağını, serbest bırakılmaları halinde propaganda malzemesi
olarak kullanılabileceklerini ve bunun yarar sağlayacağını mesaj geçtim. Bu fikrim
kabul gördü.
Böylelikle onları da azat ettik.
Akın Birdal, yalnız bu tür aktivitelerle kendisini sınırlı tutmadı. PKK lehine
Avrupa'da olduğu gibi, Türkiye sınırları içerisinde de kamuoyu oluşturmakta gayet
başarılı oldu. Devleti kötülemek maksadı ile seminerler, toplantılar organize etti ve
icraatçı vasfıyla buralara bizzat iştirak etmekten kaçınmadı.
PKK arşivinde, 1994 olarak tespit edilen yılın Nisan ayında Akın Birdal'ın bir
yardım kampanyası başlattığı ve bu tarih itibarı ile iki milyar Türk lirası örgüte yardım
sağladığı da açığa kavuşmuştur.
Öyle ki, Akın Birdal, tüm bu çalışmalarının akabinde tasvip edilmesi zor da olsa,
ülkesini gerçek anlamda sevdiklerini iddia edenler tarafından vurularak koltuğa
mahkûm edildi.
Akın Birdal'a yapılan silahlı saldırıyı suçu her ne olursa olsun, tavsip etmek
mümkün değildir. Kardeşimiz Cengiz Ersever'in de bu gerçek ışığında yapılandan
hoşnut olmadığını tahmin ettiğimi; ettiğimizi belirtmekte yarar vardır.
Aslında ihanet çizgisinde yürüyenlerin, serbestçe sokaklarda gezinmesi onlann
başarıları değildi. Bu, yanlışa yanlış eklemenin doğurduğu bir sonuçtu.
Bu gerçeği, bîr önceki konumuzda ele alınan Doğu Perin-çek ve hatta diğerleri
ile de ilişkilendirmemiz mümkündür.
Bunlar, PKK'ya maddi ve manevi anlamda pek çok yarar sağlamışlardı. Bu
temel üzerine kurulu siyasi faaliyet inşa etmişlerdi. Her ne kadar inkar yoluna gitseler
de geçmiş süreçlerde PKK ile Avrupa arasında önemli bir köprü olmuşlardı. Bugünkü
dış mihrakların PKK'ya desteğinin tohumunu onlar ekmişlerdi. Yunanistan'ın,
İtalya'nın Öcalan yakalanıncaya ve hatta yakalandıktan sonrasına değin takındığı
tavırlar, tohumu içten atılan, meyvesi dışarıdan alınan durumların basit bir neticesi idi.
CIA müptelası Perinçek, sözde insan haklan savunucusu Akın Birdal, eski
komünist Fetullah Erbaş gibi kimseler ayrı kulvarlarda görülüyor olsalar dahi aynı
zincirin halkaları olmuşlardır; bu halkadan kopmak da ellerinde değildir.
Yani, demek oluyor ki, dikkatleri topyakün dışarı endekslemek ve PKK’nın
gücünü orada aramak gülünçtü. PKK’nın varlığı ve bir giz olarak şekillendirilen gücü,
aslında devletinin ekmeğini yiyip, suyunu yudumlayan kimse
Dikkat edilirse, PKK. Süreç içerisinde gücünü yitirmeye başladığı zaman hep
birileri tarafından diri gösterilmeye çalışıldı.
Yine böyle bir oluşum içerisine girilmişken, zamanın RP (Refah Partisi)
Milletvekili Fetullah Erbaş ile İHD eski başkanlarından Akın Birdal, PKK'nın elindeki
esir askerleri kurtarma bahanesi ile örgütün ayağına kadar gitmekten, onlarla protokol
imzalamaktan dahi çekinmemişlerdi. Bırakınız çekinmeyi, belki de düzenli bir ordu
havası ile ilk kez hem de Türk televizyonları aracılığıyla PKK'nın tüm dünyaya 
porpagandasını yaymasına yardımcı da olmuşlardı. Bu ziyaret esnasında militanlar
bir kahraman gibi lanse edilmiş ve koca Türk Devleti PKK'nın siyasi tezgahına
düşürülmüştü.
Bir Yunan milletvekilini Apo'yu ziyaret etmekle suçlayan Türk yönetimi, kendi
siyasetçisini kınamaktan bile aciz kaldı. Hem de bu politikacı, PKK bayrağı altında
Türk düşmanları ile akit yaparken sırıtır vaziyette görüntülenmekten dahi rahatsızlık
duymamıştı.
Bu nasıl komediydi böyle!
* * * 

Hiç yorum yok: