19 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -5-

                              BEŞİNCİ BÖLÜM
Bilineceği üzere, devleti, birçok konularla alâkalı olarak bilgilendirmekle beraber,
yapılan yanlışlıkları ve de art niyeti gördükten sonra PKK'ya yardım ve yataklık eden
kişilerin üzerine de gitmekten çekinmedim. Ancak birtakım karanlık isimler vardı ki,
işte bunları deşifre etmek zamanın ve şartların uygun olamaması nedeniyle mümkün
olmamıştı.

Lakin her şeyin bir başı olduğu gibi, bir de sonu vardı. Bir çok gafilin PKK
ile olan sinsi münasebetleri gibi. İHD genel başkanlarından Akın Birdal'ıo PKK ile
olan organik bağını örtüle-yen gizem perdesi de işte bu misali bilinen bir vaziyet
haline dönüştü.


Akın Birdal isimli sözde insan haklan hamisi, birtakım dış güçlerin esintisini
arkasına alarak PKK'nın siyasallaşması için pratiksel ağırlıklı çeşitli icraatlara da
meyillenmişti. Bu, süreç içerisinde devleti oldukça güç durumda bıraktı. Esasen
kurulan İnsan Hakları Derneği bölücü faaliyetlerin hayat bulduğu, karanlık yolların
terörizmin hizmeti doğrultusunda aşılmaya teşebbüs edildiği, devlet ile girişilen savaşın
dünya kamuoyuna masumane ulusal kurtuluş mücadelesi olarak tanıtılmasında
köprü rolünün üstlenildiği bir nifak, bir fitne tohumuydu.
İnsan haklarını insani duygular içerisinde savunmak elbette her bireyin en tabii
hakkıydı. İnanıyorum ki, dağlara, ama kandırılarak ama inandırılarak sürülen
hayatının baharında nice gençlerin haklan da savunulmalıdır; onların da kazanılması
için gereken ne ise yapılmalıdır.
Dağlardaki gençliği kazanmak iddia edildiği gibi birtakım .siyasal tavizler
vermekle mümkün değildi. Aksine böyle bir durum sadece dağlardaki gençliği değil,
tüm Kürt kökenli insanların kader çizgisinin bölge üzerindeki karanlık emelleri olan
Yahudi-Hristiyan güçlerin boyunduruğu altına girmesine zemin sağlayacaktı. Bu da;
piyon bir millet, köle bir birey demek olacaktı.
Bu noktada sebep ve sonuç ilişkisi iyi kurulmalıdır. Nitekim efsanevi diye
nitelendirilen, dağ zihniyetiyle, yıllar boyu omuzlarda taşınsa da hakkı Ödenemez
denen Abdullah Öcalan'ın ininden göçmesiyle gelişen olaylar, Rusların, İtalyanların,
Yunanlılar'ın ve daha birçok karanlık ellerin Apo yakalanıncaya dek sergiledikleri
tutumların PKK gerçeğine ve Apoizmin ütopyasına belki hiçbir zaman bu kadar açık
göremeyeceğimiz kadar ışık tutmuştur. Dış güçlerin tezgahı sadece dışarıdan
müdahale ile sınırlı tutulmamıştır. Cebinde Türk kimliği bulunduran, içimizde bağra
basılmış kimseler de, bu oyunun birer piyonları olmuşlardır.
İşte, Akın Birdal isimli İHD genel başkanlığını yapmış kimse de bu zincirin
halkalarından sadece biri olmuştu. PKK'nın ütopyalar üzerine kurulu mücadelesine
Apo'dan dahi çok daha fazla kendini kaptıran Akın Birdal, devlet tarafından düşünsel,
birimler tarafından müdahale ve sıkıştırmayla karşılaşmasına rağmen tüm
dönemlerde PKK'yı bir terörist örgüt olarak telaffuz etmemişti. Oysa ki, PKK'nın
kurucusu sözde efsanevi lider bile, paçasını kurtarmak uğruna kendi başlattığı
davasını terörizmle nitelendirmekten kaçınmadı.
Abdullah Öcalan, İmralı Adası'nda görülen davada bu konu ile ilgili şöyle
diyordu:
"Askeri yasalardan, siyasi temellerden yoksun, yüzyılların aile, aşiret
kavgaları ortamında büyümüş, bir tavuk yüzünden birbirini vurmaya yatkın
toplum yapısı bu kişilik yapısında birleşince kontrolü zor bir durum yaratması
anlaşılırdır. Bana göre bu düzeyde bile tutulması önemli bir başarı olarak
görülmektedir."
Öcalan örgüt içersindeki yozlaşmayı da avare, asi çetecilik oluşumuna
bağlamakta idi. Militanların halka yönelmesini birkaç kişinin üzerine yığan, bu kişileri
cehaletleri ile çingeneye benzeten Öcalan, devamen;
"Çingeneye paşalık vermişler. O da önce babasını asmış. Yaşanan biraz
budur!" demekten kendisini alamıyordu.
Militanlarını, örgüt yapısını işte böyle özetlemekteydi, Öcalan.
İHD Genel Başkanı Akın Birdal, sadece düşüncesel mânâda değil, pratik
süreçteki fiili çalışmalarda da kendisini ön plana çekmiş bir isimdi.
Akın Birdal'ın fiili icraatlarının bilinen bölümü de şöyle özetlenebilirdi:
1992 yılı idi. Sonbahar aylarından birinde, yol araması ve kontrolü esnasında,
biri Vanlı, üç asker yakalanmıştı. O süreçte ben Garzan Eyalet Karargahı diye
isimlendirilen merkezi üye Ebubekir kod adlı Halil Ataç'ın denetimi altındaki ana
grupta bulunuyordum. Karargahımız Mutki kırsalındaydı.
Eyaletimize bağlı başka bir bölgede yakalanan bu üç asker Ebubekir'in istemi
üzerine karargaha getirilmişlerdi. Bir müddet soruşturma yaşanan bu askerlerin
henüz akıbetleri hakkında karar alınmamıştı ki, milislerimiz aracılığı ile askerlerin
bizim bölgede karargah tarafından sorgulandığını öğrenen Akın Birdal devreye
girerek, bu üç askerin serbest bırakılması için girişimlerde bulundu. Bu münasebetle
sürekli olarak dağ kadrosunu ziyaret eden ve ARGK denen PKK'nın dağ kadrosunu
tanıtmak amacıyla örgütün yayın organlarında haberler yapan iki gazeteci yanımıza
geldi. Karargahı ziyaret ve aynı zamanda arabuluculuğa niyet eden bu gazeteciler
gördükleri ilgi ile bir gece yanımızda kaldılar. Haber amaçlı röportajlar yaptılar. Bolca
fotoğraf çektiler. Esir muamelesine tabi tutulan askerlerin düşüncelerini aldılar.
Onlara, kendilerine karşı kötü muamele yapılıp yapılmadığını sordular. Gerillaya
bakış açılarını aldılar.
Her sorunun ardından örgütün kanlı elleri arasında bulunan askerler, militanları
övgüyle tanımlıyorlardı. Bu, psikolojik harbin bir gereği olarak yapılıyordu. Zaten
askerlerin örgüt militanlarını eleştirmek gibi bir şansları da yoktu.
Ardından, gazeteciler Ebubekir ile ziyaretlerinin ikinci nedenini tartışmaya
açtılar. Devletin, her fırsatta PKK'yı bir terör örgütü imiş gibi halka anlattığını ve bu
yönlü topyekün seferberlik içinde olduğunu vurgulayan gazeteciler, asker yakınlarının
İHD'ye başvurduklarını, devletin uyguladığı psikolojik savaşın boşa çıkartılması için
propaganda amaçlı askerlerin serbest bırakılmalarının faydalı olacağını belirttiler.
Akın Birdal'dan bir de not getirmişlerdi. Birdal'ın kaleme aldığı mesajın giriş
kısmı şöyle başlıyordu:
"Bütün devrimci ulusal gerilla güçlerine selamlar."
Akın Birdal, notunda şöyle bir mantık yürütüyordu:
"Yakalanan üç askeri öldürmek mi faydalı olur, yoksa serbest bırakmak
mı?"
Mantıki yönü ağır basan bu soruyu soran Akın Birdal, bu tür olayların lehte
propaganda amaçlı kullanılmasının devlete olan güveni sarsacağını ve örgütü daha
güçlü kılacağını belirtiyordu. İhtiyatlı olunması gerektiği, irdelenen başka hassas
noktalardan biri idi.


Gazeteciler, Akın Birdal'ın istemlerini de dile getirdikten sonra yanımızdan
ayrıldılar.
Ve Askerlerin serbest bırakılması PKK tarafından olumlu karşılanmıştı.
Ancak; süreç içerisinde beklenmedik bir gelişme yaşandı. Kış ayına girmiştik.
Lapa lapa kar yağıyordu; hava koşulları kötüye işaretti. Askerlerin bu olumsuz hava
şartlan altında azat edilmeleri ise, sürüncemede kaldı böylece.
Etraf bembeyaz karlarla örtülmüştü. Doğal olarak bu hava şartları iz sorununu
da beraberinde taşıyordu. Dolayısıyla nokta değişimi yalnız kış sığınaklarının olduğu
istikamete yapılabileceğinden askerlerin salıverilmeleri tehlike oluşturabilirdi. Bir
ihtimal, bırakılmaları halinde güvenlik kuvvetlerine yerimizi tarif etmeleri söz konusu
olabileceğinden, karda hareket kabiliyetimiz yitik olduğu için çatışmaya girebilir ve
ağır kayıplar verebilirdik. Bu nedenle bulunduğumuz noktayı terkedeceğimiz güne
kadar askerleri bırakmama karan aldık.
Bırakılmaları kesin olan askerlere, bizlerden ayrıldıktan sonra kendilerine iyi
muamele yapıldığını kitleye aktarmaları için özel ilgi gösteriliyordu. Yenilmiyor y e
dinliyorlardı; içilmiyor içirilîyorlardı. Sigaraları temin ediliyordu. Özel savaş içerikli
sohbetlere dahil ediyorlardı. Kendilerine, verilen mücadelenin bir bağımsızlık hareketi
olduğu anlatılıyordu.
Askerler, bizimle beraberlerken bize alışmaya çalıştıklarım, bizi, verdiğimiz zor
davada takdir ettiklerini anlatıyorlardı. Hatta bıraksak, bizimle, dağlarda mücadeleye
hazır olduklarını belirtiyorlardı. Tabii biz bu sözleri çok duymuştuk! Bu sözler,
kurtulmak ümidi ile gelişigüzel sarf edilen biçare laflar idi. Bizimle dağlarda kalmak,
savaşmak "ha" denilecek kadar basit miydi ki? Aşina idik ki bunlar kaçmak, kurtulmak
için yakalanmasına zemin olabilecek fırsatlardan biriydi. Keza, onlar da çok iyi
biliyorlardı ki, ne biz onların dediklerine itibar ederdik, ne de onlar, dağlarda gönüllü
kalacak kadar dava yürütücüsü olabilirlerdi.
Askerlerin sözlerine inanıyormuş gibi yine de sağ olun demeyi ihmal
etmiyorduk. Aslında bakışlarımızın ve buse dolu dudaklarımızın derinliklerinde yatan
manâlı ifade, onlara, hiçbir şekilde inanmadığımızı dışa vuruyordu. Zaten, gece vakti
çadırların içinde yalnız bırakılan askerlere kulak misafiri olduğumuz vakit, psikolojik
durumlarını anlamamız pek zor olmuyordu. Üçü, çadırda yalnız kaldıklarında hep
sözlü kavgaya tutuşuyorlardı. Birbirlerine sataşıyor, yakalanmalarına neden olan
hatayı birbirlerinin üzerine atıyorlardı. Konuşmalarından, güvenliksiz yola çıkmaktan
pişman oldukları ve her şeye rağmen korktukları alenen ortada idi.
Askerler, örgütün kuruluş tarihi olan 27 Kasım gününe kadar karargahta
tutuldular. Yakalandıkları vakit neredeyse yemek yiyebilecekleri kadar dahi
üzerlerinden para çıkmamıştı. Zaten onlar da anlattıklarına göre, gidecekleri yere
ancak bilet kesebilecekleri kadar paralan olduğunu ifade etmişlerdi. 27 Kasım günü,
hem örgütün kuruluş tarihi olması itibarı ile küçük bir şenlik yapılacak hem de
askerler serbest bırakılarak bulunulan nokta terk edilecekti.
27 Kasım sabahı yine erkenden kalkıldı; içtima yapıldı. Ardından kahvaltı...
Sonrasında rehin askerler dahil tüm örgüt militanlarım bir araya toplayan Ebubekir,
günün anlam ve önemine ilişkin kısa bir konuşma yaptı. Konuşmasının bitiminde, 27
Kasım'ı kutlamak niyetiyle skeçler yapılacağını ve moral tertipleneceğini belirten
Ebubekir, askerler için o an düşünülebilecek en büyük müjdeyi verdi. Bu müjde; askerlerin
bu gün itibarı ile serbest bırakılacaklarını içeren kısa bir mesajdan ibaretti.
Askerler uzun süreden beri bu müjdenin yolunu gözlüyorlardı. Gerçi biz, onların 
serbest bırakılacaklarını biliyorduk. Fakat onlar, bu karardan habersiz olduklarından
oldukça umutsuz ve mutsuz idiler.
27 Kasım, askerler için kararan hayallerin umuda açıldığı gün oldu. Sevinçten
ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Gözleri dolu dolu oldu.
Askerler Öyle duygusallaşmışlardı ki, örgütün kuruluş günü vesilesiyle
düzenlenen moral gününe bile iştirak etmekten geri kalmadılar. Sesinin güzel
olduğunu öğrendiğimiz Vanlı asker karşımıza geçti, duygularını içeren kısa bir
konuşma yaptı; alakamızdan dolayı teşekkür etti hepimize. Bildiği birkaç Kürtçe
şarkıyı da severek seslendirdi.
Moralden sonra Ebubekir askerleri yanına çağırdı:
- "Sizi serbest bırakıyorum. Bizden veya özel olarak şahsımdan
istediğiniz bir şey var mı?"
Askerlerin üçü birden teşekkür ettiler. Ebubekir, askerlerin parası olmadığını
biliyordu. Elini cebine attı. Bir miktar dolar çıkardı:
- "Bu da sizin harçlığınız, kusurumuz olmuşsa artık affedin."
Askerler, Ebubekir'in eline sarıldılar; öpmek istediler. Ebubekir buna müsaade
etmedi. Elini hemen çekiverdi:
- "Bizler yoldaşız. Ağa değiliz," dedi.
Askerlerden ayrılıyorduk artık. Onlara eşlik edecek militanlar önceden
ayarlanmıştı. Onları en yakın köye kadar götürecek, serbest bırakacak
uğurlayacaklardı.
Uğurlama tören eşliğinde yapıldı ana grupta. Tüm militanlar tek sıra haline geçti.
Askerler tek tek hepsi ile tokalaştı. Apo ve Örgüt lehine sloganlar atıldı.
Ve, Ebubekir arkalarından sesleniverdi:
- "Hey, bir dakika! Bakın, sizin önünüzde tüm arkadaşlarıma
sesleniyorum. Arkadaşlar! Bundan böyle askeri gördüğünüz yerde bırakın!..
Aman! Sakın ha onları yakalamayın! Çünkü, yakalıyoruz, bir de borçlu
çıkıyoruz!!!"
Bu, aslında göz boyama şakalardan biri idi. Lakin askerler öylesine
etkilenmişlerdi ki...
Serbest bırakıldılar ve gönderildiler- Akşam üzeri nokta da değiştirildi. Yine
dizleri kıran, canlan bıktıran uzun bir intikal gerçekleştirildi. Kışın a ti atıla c ağı
sığınaklar bölgesine geçildi.
Akın Birdal’ın esir askerler için devreye girdiği sıralarda gönderdiği ılımlı ve
umut verici mesajlar karşılıksız bırakılamazdı. Nitekim bir gün sonra Ebubekir, Akın
Birdal'a sözlü mesaj iletilmesi amacıyla beni görevlendirdi. Bu görev için gruptan tek
başıma ayrıldım. Mutki kazasına bağlı Varan köyüne indim. Bu köyde milislerimiz ile
buluştum. Silahımı, teçhizatımı burada emanete bıraktım. Elbiselerimi değiştirip, sivil
elbiseler kuşandım. Dikkat çekmesin diye özellikle takım elbise tercih etmiştim.
Kravat takmayı dahi ihmal etmedim.
Şehre inecektim. Yolların güvenli olduğu pek söylenemezdi. Seyahatim daha
önceden hazırlanan bir taksi ile gerçekleşecekti. Güvenlik kuvvetleri belirli noktalarda
sürekli sabit tertiplenme içerisinde bulunuyorlardı. Amaçlan, yol güvenliğini sağlamak
ve geçen araçları arayarak yolcuların kimlik kontrolünü yapmaktı. Bana ulaştırılan
bilgilere göre, arama noktalarından geçen araçlar çok sıkı aranıyormuş... Şüpheli
görünenler hemen alıkonuluyormuş...
Bu noktalardan başka taşıt yolu da bulunmuyordu. Mutlaka kontrol noktalarım
atlatmak zorunda idim. Kontrol noktalarından geçiş yaparken sorun çıkmasın diye
Mehmet Demircan adının yazılı olduğu sahte bir kimlik almıştım Ebubekir'den.
Kimlikte benim fotoğrafim bulunuyordu. Tekrar kırsala çekilinceye değin bu kimliği
kullanacaktım.
Bir gece Varan köyünde konakladım. Sabah güvenilir bîr milisi yanıma alarak
Mutki'ye, oradan da Tatvan'a geçtim. Yolculuk esnasında hiç sorun çıkmadı. Kontrol
noktalarında aracımızı durduran güvenlik personelleri beni ve arkadaşımı aracın arka
kısmında kravatlı ve takım elbiseli görünce durdurmaya dahi gerek duymadı. Soğuk
kanlılığımız ve rahat tavırlarımız da şüphe toplamamamızda önemli bir faktör olmuştu.
Zaten Ebubekir, bu yönüme duyduğu aşın güvenden Ötürü beni seçmişti.
Tatvan'a girdikten on dakika sonra şahsım için ayırt edilen eve götürüldüm.
Evde biraz dinlenerek yorgunluğumu üzerimden atmak istedim. Birkaç saat uyudum.
Akın Birdal ile kuracağım irtibatı bir gün sonrasına sarkıttım. Ben evde dinlenirken,
benimle hareket eden milisimiz çarşıya çıkmış, alışveriş yapmıştı. Hava karardıktan
sonra milisimiz ile ikimiz bir güzel karnımızı doyurduk. Büyük bir çaydanlıkta çay
demledik, gece geç saatlere kadar sohbet ettik; televizyon seyrettik.
Ertesi gün sabah vakti saat 10 sularında Akın Birdal ile telefon bağlantısı
kurduk. Bu telefon Akın Birdal için hiç de sürpriz olmamıştı. Kendisini
arayacağımızdan haberdardı; her ne kadar gün ve saati bilmese de.
Akın Birdal'a ulaşabileceğim telefon numarasını tuşladığımda karşıma Önce bir
bayan çıktı. Akın Birdal'ı rica ettim. Adımı sordu. Ebubekir'in verdiği bir şifreyi
okudum. Beklememi söyledi. Ve birkaç dakika sonra karşıma Akın Birdal çıktı.
Okuduğum şifrenin nedeni karşıdaki kişinin benim kim olduğumdan emin
olmasını sağlamak içindi. Bu şifreler bazen rakam, bazen de sözcüklerden ibaret
olabiliyordu.
Akın Birdal'a henüz konuşmamın başında Ebubekir'in selamlarını ilettim.
Öncelikli şekilde bu notu okudum. Birdal, büyük bir özveri içerisinde dinliyordu beni.
Sözümün bitiminde "Ne gerekiyorsa yapılacaktır" dedi.
Ebubekir'in kaleme aldığı, aracılığım ile Birdal'a ilettiği talepler zinciri sırası ile
şunlardı:
Şehirlerde kitle üzerinde psikolojik savaşın arttırılmasını sağlamak, bağışlarda
bulunulmasını veya mali destek amacıyla kampanyalar oluşturulmasını teşvik edici
çalışmalar başlatmak ve siyasallaşma sürecinin hızlandırılmasında tatmin edici
katkılarda bulunmak...
Okuduğum istem dolu notun akabinde Akın Birdal, faaliyetlerimin genel içeriğini
ve fert olarak isteklerimizi sordu. Soruları kısa cevaplarla yanıtladım. Ebubekir'in
istemlerini olumlu karşılamıştı, Birdal; icraatlarımızı da takdir etti.
Lakin son sözü, Parti kişiliğine yakın çizgide olduğunu alenen hissettiriyordu.
Şöyle diyordu.
- “Yollarınız çok dikenli. Ama üzerinde yürünmeye değer!"
O an için beni de hoşnut etmişti bu söz. Birbirimize basanlar diledik ve telefonu kapattık. 

Hiç yorum yok: