20 Nisan 2011

Bir itirafcinin kaleminden -12-

                                              ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kimimiz ve gerçekte çoğumuz PKK'yı aktif halde iken bile küçümsemiş ve
yürüttüğü mücadelesinin bir ütopya olduğunu düşünmüşüzdür.
Bu düşünceye müteakip iki ayrı konuyu tek noktada birleştirmenin yanılgısından
olsa gerek PKK realitesi Türkiye Devleti'ne pahalıya mal olmuştur.


Nedir iki ayrı konu?
Birincisi, Apoizmin doğurduğu mücadele anlayışıydı. Apoizm; kırsala hiç
çıkmamış, gerilla ruhundan uzak, eline silah alıp tek bir kurşun dahi sıkmamış bir
şahsiyetin ürettiği kuşbakışı fikirler zinciriydi. Bundan dolayıdır ki, ne silahlı, ne de
siyasal anlamda mücadele azminin sonucunu taşıyıcı atılım gerçekleştirilememişti.
Bu yüzden Apoizm, kendiliğindenci, rehavete düşkün bir kimsenin ütoplası olmaktan
öteye gidemedi. Tabiatıyla Abdullah Öcalan ütopyasının doğurduğu sonuca boyun
eğerek, İmralı Adası'nda sonuçlanan basit bir koordinasyona teslim düştü. Bununla
da gafil ve hazırlıksız olduğunu açıkça ortaya koydu.
İkincisi, PKK'nın mücadele tarzıydı.
PKK'nın Apoizmin ütopyası ile yaşadığı ve yaşatılmaya şartlandırıldığı
doğruydu. Fakat dağlardaki militanlar her ne kadar beyinlerinde bir ütopyayı
yaşatsalar, ona göre kişilik olgunlaşması gibi hayati evreyi geçirmeye gayret etseler
dahi zorluklan, kanlı olayları, açlığı, doğanın zor koşullarında yaşamayı, en önemlisi
yaşamak için öldürmeyi, ölmeden vurdukça ancak ayakta kalınabileceğini, araziyi
döneme ve şartlara göre kullandıkça sonuca gidilebilineceğini olayların içinde
bulunup o anı yaşayarak gördüklerinden daha gerçekçi bir yaklaşım sergiliyorlardı.
1991-92-93 yıllarında sağlanan aktivite Apo'nun değil, dağlardaki militanların eseriydi.
Böyle bir örgütün daha gerçekçi ve tecrübeli bir lideri olmayışı da devletin şansıydı.
Kim ne derse desin PKK, çok büyük bir güçtü.
Dile kolay, adı otuzbinden fazla insanın Ölümüyle anılan, kırsaldaki niceliği bir
dönem neredeyse bazı ülkelerin ordusu ile eşitlenen ve gerçekleştirdiği binlerce
eylemlerle Türkiye'yi ekonomik, siyasi ve manevi anlamda sarsarak tam bir
darboğaza sokan PKK'nın geçmiş gücünü tartışmalı bir duruma getirmek veya
kabullenmemek büyük bir aptallık olacaktır.
Bazı çevreler PKK'nın kan ve gözyaşı üzerine kurulu bir dönemki amansız
dirilişini ve sonra da eylemsellikte içine girdiği durulmayı tartışırlarken, PKK,
Avrupa'nın gündemine girmiş ve belki de yıllar sonra telafi edilemeyecek yaralan
tekrardan kaşıyarak silahlı mücadele üzerine kurduğu siyasal platformlarda
deşecektir. Bunu aslında fırtına öncesi sessizlik olarak görmekte yarar vardır. En
azından ihtiyatlı olunulmalıdır. Psikolojik harp bağlamında PKK, Avrupa'ya kendisini
Türk Devleti'nden daha etkili ifade etmiştir. Yüz-görümlüğü niyetine "terörist"
kelimesini kullanan Avrupalılar, Doğu’da -ki buna Mezopotamya'nın Irak bölümü
öncelikli dahildir- ayrı bir devletin, yani Kürdistan'ın kapısını aralamak istemişlerdir.
Peki PKK, bu noktaya nasıl gelmiştir?
Bilindiği üzere, PKK'nın çıkışından önce çok sayıda ayaklanmalar oldu.
Diyarbakır'da, Tunceli'de, Ağrı'da ve daha bir çok merkezde şeyhlerin, mollaların,
ağaların öncülüğünde başkaldırılar yaşandı. Jirki ile Mala Bayro aşiretlerinin
firarilerim vermemek uğruna koca devlete karşı silahlı direnişleri söz konusu oldu.
Ayaklanmaların tümü, PKK'nın mücadele anlayışı ile ters düştüğünden kısa vadeli
oldu. Der-sim'de, Zilan'da, Koçgiri'de ayaklanan Kürtler ne istediklerini dahi
bilmiyorlardı. Dini sömürülürek ateşlenen halk bir anlık hiddetin sonucunda kan, acı
ve gözyaşına boğulmuştu.
PKK hareketini geçmiş aşiret, asi çete yöntemleri ile ayaklanan gruplardan
ayırdeden pek çok faktör vardı. PKK, herşeyden önce ne istediğini bilen, örgütlü,
çağdaş gerillacılığı benimseyen bir hareketi temsil ediyordu. PKK çatısı altında,
koordinasyon, siyasal ve askeri açılımda birbirini tamamlayıcılık, gerilla kılın altında
vur-kaç taktiğine dayalı eylemsellik ve dönemin taktiksel savaş anlayışına dayalı dönemsel
gerilla tarzı mücadele ve direnç üzerine kurulu dava-sal yaşam adeta her
savaşçının inançsal felsefesi olmuştu.
Evet, bunu önceki konularımda da belirtmiştim. Fakat bu konu önem
gerektiriyor. Çünkü kilitlenen bütün sorunların anahtarı, bu konularda yatmaktadır.
Bunları baz almadan veya öncesi ile sonrasını karşılaştırmadan sebep ve sonuç
ilişkisini kurmamız pek zordur. Nitekim bu zorluklan geçmişte bariz örnekleriyle
yaşamış bir ülke durmaktadır karşımızda. Bu ülkenin adı; Türkiye'dir. Türk Devleti,
PKK'dan ayrılmalar oymayana dek dağdakilerin kim olduklarım ve nasıl hareket
ettiklerini dahi bilmiyordu. Gülünçtür; dağdakilerin boynuzlan olduğunu söyleyecek
kadar militanları devleştirenler bile çıkmıştı aralarından.
Neden mi?
Çünkü, devlet hiç bir dönem hayal dahi edemediği, hatta anlatsanız size gülüp
geçeceği bir olayda çok gafil avlanmıştı. Devlet için, böylesine organize olmuş bir
gücün varolup, sonradan binlerce ve hatta milyonlarca taraftar kazanacağı gülünç bir
ütopya idi. Ve maalesef devleti yönetenlerin toz pembe hayal dünyalan kısa sürede
ülkenin kabusu oluverdi.
PKK, bir mücadele örgütü -haraketi- olmakta kararlıydı. Bunun için önce
kandırarak veya zorlayarak dağlara militanlar sürüsü kaydırdı. Bu militanları, sanki bir
sene sonra Kürdistan Devleti kurulacakmışcasına eğitti. Devlet, içindeki aydın
insanlarına vatan sevgisini aşılayamazken PKK, amiyane bir tabir olacak ama, yolda
rastlasanız belki de selâm dahi verecek değeri bulamayacağınız veya muhatap
olmaktan kaçınacağınız zır cahilleri bile muhteşem bir çalışma ile dava adamı
yapmayı başarmıştı. Bu dava bir ütopya olsa bile!..
Çapulcu olarak nitelendirilen ve ilk damgasını büyük bir gözdağı oluşturan EruhŞemdinli
baskınları ile vuran PKK, dağlarda barınmayı ve dağlan mekanlaştırmayı
iyiden iyiye yaşayarak öğrendi. Sonraları Apoizmin ütoplaşma göre; dağlar
özgürlüğün yolu olacaktı. Bireyler ancak dağlarda Öz kişiliklerini bularak
özgürleşebileceklerdi. Slogan dahi çarpıcı ve ateşleyiciydi. Direnmek yaşamaktır!
Dağlardaki söylenişi ise; Berxwedan Jiyane idi.
Dağlara çıkarılan, ellerine silah verilerek; halkın Öncüsü olacaksınız! denilen
militanlar, beyinleri de yıkanınca robot, yani şartlandırılmış birer ARGK savaşçısı
olmuşlardı. Ve kendiliğindencilik ve gafillik ülkeyi bir kez daha vurmuştu. Acaba
hataları dağlara çıkanlarda mı aramak gerekiyordu? Bunun inandırıcılıkla bağdaşan
tek bir yönü bulunmazdı.
Ahmetler, Mehmetler köylerinde hayvanlarla iç içe yaşamaktaydılar. Her biri
babalarının yirmi veya otuz evlatlarından sadece biriydi. Belki, kimbilir babalan
isimlerim dahi telaffuz etmekte veya anımsamakta o kadar evladın içerisinde
zorlanıyordu. Şartlar onlar için ağır gelmekteydi. Evlerinin içerisine kadar giren
gübrelerin kokusu artık yaşamlarının bir parfümü olmuştu. Tek hayalleri sedirin
üzerinden kalkıp bir kanepeye oturmak, bir gün babalarının belki alabileceği
televizyondan uzun uzadıya çizgi film seyretmekti. Akşama kadar tarlada, ardından
geç saatlere kadar ahırlarda çalışmaktaydılar.
Onların en doğal ihtiyaçları dahi, güzel bir hayal olmuştu. Ne vardı sanki onlar
da yaşıtları gibi kolejlerde okusaydılar veya bir sevgilinin elinden tutup o
heyecanlarını masmavi denizin romantik bir kıytısında bulunan bir çay bahçesinde
yenebilseydiler.
Köydeki Kürt Ahmet île Mehmet de insandı. Onların da güzel hayalleri olmalıydı.
Vardı ya, onlarınkinin şehirlerdekiler gibi olması mümkün değildi.
Ancak bir fırsat vardı karşılarında. Kendilerini ispat edebilecekleri, değil artık bîr
babanın, milyonların dikkatini çekebilecekleri bir koz duruyordu vicdanlarında. Hem
bu kozu kullanacak gerekçeleri de vardı.
Bu koz PKK idi.
Artık, köydeki işe yaramaz sıradan çoban Ahmetler ile Mehmetler silah alarak
dağlara çıktıklarında o kendilerini takmayan köylülerinin de göz bebeği olacaklardı.
Her eylemde onların adı kullanılacak, herkes onların adını anımsarken "kahraman"
kelimesini kullanacaktı. Köylere girdiklerinde bütün köylü gözlerini onlara dikecek ve
hizmet için yarışacaklardı. Hele başarılı olup da bir de komutan olurlarsa rüyalarında
dahi göremedikleri kadar paralan ellerinin altında toplayacaklardı, istediklerine emir
verebileceklerdi. Eskiden yapamadıklarını artık yap tutabileceklerdi. Herşey bir yana
isimleri "Gerilla" olacaktı, "Heval" olacaktı.
Tıpkı benim de ilk katılışım esnasında bu sözcüklere karşı duyduğum haz gibi!
Sağıma soluma dönerken milislere:
- "Ben de artık 'Heval* oldum, değil mi?" dediğimi hatırlarım. Yıllar sonra
boynum bükük dönüş yapacağımı bilmeden üstelik!
Kemal Sunal'ın "Davaro" adlı bir filmi vardır; acaba o filmi hiç seyrettiniz mi? O
filmde köylünün basit ve sakarlıklarıyla tanındığı köyünde, sonraları eşkıya olarak
anılması işlenmekteydi. Sonuçta başladığı noktaya gelinmesiyle biten bölüm çok
anlamlıydı.
Davaro filminin içeriğini PKK'ya katılanların trajik boyutuna taşımak önemlidir.
Maalesef düşündürücü ve acı bir gerçektir bu!
Böyle bir sistem anlayışı ile çalışan PKK'nın da rolü çok büyüktü kazanmalarda.
Sadece bir elamanı kazanmak değil, bir de onu avucunda tutmak vardı işin ucunda.
Ki, bu en önemli merhaleydi. Bir yalan üzerine binlerce insanı ölüme şartlandırmak
öyle basit bir olay mıydı ki?..
PKK, askari kanadı ARGK'ya dahil ettiği militanlara psikolojik harp uyguladıktan
sonra onları askeri disiplin içerisinde gruplara ayırıyordu. Kendi mücadele sahasını
da çizdiği harita üzerinden eyaletlere ve eyaletleri de bölgelere ayırarak militanların
araziye dağılımını sağlıyordu. PKK'nın sadece dağ kadrosu bir dönem binlerle ifade
ediliyordu. Gruplar çoğaldı. Militanlar, eyaletlere göre ayrıldıktan sonra bölgelere,
bölüklere ve bölükler içerisindeki takımlara, mangalara ayrıldılar. Sırasıyla manga,
takım, bölük, bölge ve eyalet sahaları oluşturuldu. Kırsala teknoloji de götürüldü.
Hafızalı telsizlerin kullanılması bunun en bariz kanıtıydı. Eyalet sorumluları merkezi
üyelerden oluşuyordu. Bunlar da Ana Karargah'a bağlıydılar. Ve tüm PKK organı
parti önderliğine, yani Öcalan'a tabiydi. Örgütün mali kaynaklan ise bir müddet sonra
ancak trilyonlarla hesaplanabilmişti. 
 
 Her yönden güçlenen PKK'nın ayakta kalabilmesinin tek şartı disiplinin
bozulmadan sağlanmasıydı. Bunun için iç tüzük ve ARGK yönetmeliği hazırlandı.
PKK'nın parti vasfiyla faaliyet yürütmesi benimsenirken ARGK'ye başka bir bakış
açısı getirildi.
Parti kanadı PKK'da iç işleyiş, askeri kanat ARGK île siyasi kanat ERNK
arasında bilgi akışının sağlanmasını ve sıkı koordinasyonu zorunlu kılıyordu. Buna
göre, ARGK saflarında düzenli, ancak taktik ağırlıklı mücadele eden savaş ordusu
görünümlü militanlar her üç günde manga düzeyinde toplantı yapıyorlardı. Buradaki
esas gaye örgütün taban kuvveti içerisinde temel günlük yaşam sorunlarına vakıf olmak
ve sorunlara ivedi çözüm gücü olmaktı. Manga toplantılarından çıkan hava
anında takım komutanlarına iletilmekte, takım komutanları da notlar hazırlamak sureti
ile konulan ana başlıklara taşıyarak, olağanüstü şartlar haricinde her onbeş günde bir
yapılan bölük toplantılarına sorunları götürmekteydiler. Bu çerçeve içerisinde her üç
ayda bir bölge toplantıları yapılmaktaydı. Her yıl bölge komut anlıkla n m n bağlı
bulundukları Eyalet Konferansı düzenlenmekteydi. (Böyle bir organizasyona 1993
yılında Şirvan bölgesindeyken bir defalığa mahsus ben de iştirak etmiştim.)
Bölge toplantıları bölge Komutanı'nın denetiminde, Eyalet Konferansı ise,
merkezi üye olan Eyalet Komutanı'nın yönetiminde idare edilmekteydi.
Kırsalda bulunan militanlar her altı ayda bir rapor hazırlamakta ve bu raporlar
zorunlu olarak Örgütün liderine ulaştırılmaktaydı. Raporlar, bölge komutanının
belirleyeceği maddelere göre ele alınmaktaydı. Bu maddeler; siyasi askeri
faaliyetlerin değerlendirilmesi, alt üst ilişkilerindeki genel yapı, yoldaşlık ilişkileri,
eleştiri-özelleştiri ve öneri kısımlarından ibaret idi.
Tüm bunlar sağlıklı bir şekilde işlevlerini gördükten sonra mevcut durum
hakkında bilgi sahibi olan örgütün lideri ve merkezi üyeleri, yapılan icraattan, ortaya
çıkan sorunları, eleştirileri, özeleştirileri ve önerileri dikkate alarak bunları her dört
yılda bir yapılan parti konferansı ve parti kongresinde görüşmekte ve buna göre
örgütü yönlendirmekteydiler. Yani yapılan toplantılar ile hazırlanan raporlar, bir
sonraki dönemin faaliyetlerine damgasını vuracak nitelikte değerlendiriliyordu.
Kongrelerde alınan kararların örgüt içerisinde uygulanıp, uygulanmadığım
denetleyen gizli bir birim de vardı. Bu birim, direkt Öcalan'a bağlı bulunmakla birlikte
her türlü gelişmeleri ona bildirmekle mesuldü.
Not: PKK'nın mali kaynağı ile ilgili Öcalan, Botan'ın 2 milyon, Behdinan'ın 5
milyon, Soran'ın 5 milyon dolar giderlerinin bulunduğunu ve bu rakamların yıllık
olduğunu belirtmekteydi. Garzan, Amed, GAP, Serhat ve Mardin Eyaletlerininse
finanslarını kendilerinin sağladıklarını belirtmekteydi. Ki en çok giderin bu eyaletlerde
olduğu da hesaplanırsa en az yıllık 30 milyon dolar da buraların gideri olarak düşünülebilirdi.
Örgütün siyasi kanadı ERNK'de de ARGK'de olduğu gibi suç ve ceza sistemi
aynen işleniyordu. Metropollere ve diğer illere bölünen komite üyeleri faaliyetlerini
bağlı bulundukları temsilciliklere bildirmekteydiler. Bu temsilciliklerde belirli tarihlerde
veya ivedilikle istenmesi halinde genel şehir faaliyetlerini içeren kapsamlı bir rapor
yazmaktaydılar. Bu raporlar güvenilir eski kadrolu militan veya milisler aracılığı ile
örgütün en üst düzey yetkililerine ulaştırılmaktaydı. Bu raporlar, örgüt liderini
yönlendirecek ve siyasal taktik çerçevesini (anlayışım) etkileyecek olduğundan açık
bir ifade tarzı ile yazılırdı.
ERNK'nin ülke içerisindeki nabzı İstanbul'da atıyordu. Doğal olarak aşikardı ki,
son söz daima buradan dile getirilirdi.
Hazırlanan ERNK raporlarında sağ alt kısımda ERNK'yi simgeleyen bir adet
mühür kullanılırdı. İçeriği, ARGK yapışınca kullanıldığı gibi gündem maddeleri ile
belirleniyordu. Buna göre; raporda, siyasi faaliyet değerlendirmesi, eylemsellik, alınan
veya yapılan yardımlar ve mahiyetleri, eleştiri, özeleştiri ve öneri maddelerine göre
hareket edilirdi.
Kara bir tarihin belgesi olarak nitelendirdiğim, birçok PKK finansörlerinin isim
isim işlendiği, PKK'nın 6. Kongresi'ne hitaben hazırlanan; ERNK'nın Haziran 1998
tarihli raporu da bunlardan birisiydi.
Ve esasen bu belge, geçmişimizi karartarak kör bir kuyuya gömen, geleceğimizi
ise; karamsarlık, tereddüt ve Öfkeye sürükleyenlerin deşifre edildiği bir umut ışığıdır.
Lütfen bu umut ışığını bir kez daha söndürmeyelim!
Çünkü bu rapor; bize, yüzümüze gülerken arkamızdan kuyumuzu kazanların
kimler olduğunu yorum yapmaya dahi gerek duyulmayacak şekilde göstermektedir.
Geçmiş bölümlerde bir belge daha ortaya koymuştum. Bu belgede PKK ile
irtibatı bulunan Doğu Perinçek'ten bahsediliyor ve ona teşekkür ediliyordu. Mevcut
teşekkür nitelikli PKK talimatlı ERNK belgesi ele geçmiş ve gerekçeli bir şekilde
aksamalı olarak DGM'ye intikal ettirilmişti. Aşağıda açıklaması bulunan ERNK'nın
1998 yılının Haziran ayına ait raporunda DGM'ye sevk edilmiş ve burada adı geçen
Doğu Perinçek ile Akın Birdal hakkında dava açılmıştı. Bu davanın açılış tarihi ise,
Temmuz 1999 idi.
Ankara DGM Başsavcılığı'nca açılan davanın gerekçesi, Sami DEMÎRKIRAN'ın
ve İmralı'da bulunan Abdullah ÖCALAN'ın (tutuklu sanık) çeşitli tarihlerde verdikleri
ifadelerin birbirlerini doğrulamasını ve ağırlıklı olarak ERNK'nin Haziran 1998 tarihli
raporunun da sanık Abdullah ÖCALAN ile müşteki Sami DEMÎRKIRAN'ın verdikleri
ifadelerine denk düşer şekilde anlatımların bulunmasına dayandırılmıştı.
Aslında açılan davaların hiçbiri geçmişin tekrar geriye döndürülerek
getirilmesine katkı sağlayamayacaktır. Beki de umutla gözlenen bu tür davalar
sonuçsuz dahi kalabilecektir. Hatta gün gelecek mîlleti ve vatanı için çarpışan kişilerin
düşmanları kahraman ilan edilecek, o fevkalade vefakâr insanlarsa töhmet altında
bırakılarak yanlızlığa itilecektir. Böylesi düşündürücü, bir o kadar da çarpık olan anlayışlar
geçmiş dönemlerde de yaşandığından artık bu olaylara pek yabancı
kalmayan bir millet olmuşuzdur.
Süreç içerisinde devlet, çarpık zihniyetin tekeline terk edildiğinden bu olaylar
maalesef yaşanmaktaydı. Halen hafızalardan silinmeyen bîr çok vak'a da bundan
kaynaklanmıştı. Devletim dedikleri, uğruna ölüme seve seve gitmeyi tereddütsüz
kabul ettikleri oluşumun umrunda dahi olmadıklarını göremeyen bazı kimseler
kendilerini ispat etmek veya devletin oluşturduğu boşluğu doldurmak uğruna istem
dışı eylemlere bulaşmışlardı. Bir zamanlar DİSK Genel Başkam olan Kemal
Türkler'den tutun, eroin tüccarı Savaş Buldan'a Behçet Cantürk'e, kan emici, ev yıkan
kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal'a, PKK için çırpınan Vedat Aydın ile Mehmet
Sincar'a kadar sayısız bir çok insan meçhul bir ölüm zincirinin halkası olmuştu. Yine
yaptıklarının cezasını çekmesi bir türlü sağlanamayan Akın Birdal'ın uğradığı silahlı
saldırı hâlâ hafızalarda saklıdır sanırım.
Her ne olursa olsun mazeret kabul edilmeksizin kanaat getirilebilir ki, bu tür
olayların oluşumuna sebebiyet veren güç elbetteki devletti. Çünkü devlet, gerçekten 
de hukuksal anlamda bitmişti. İnsanlarına sahiplenemeyecek, verdiği sözlerini yerine
getiremeyecek kadar güvenilmez olmuştu. Kurumları işlememekte, koordinasyon
sözcüğünün "k" harfi dahi bilinmemekte, herşey rüşvete, yalana ve talana dayalı
bulunmaktaydı. Bunların ortaya çıkmasındaki etkeni ise, devletin tepesinde aramak
en mantıklı çözüm olacaktı. Devletin kendisini sorgulayacak bir kontrol mekanizması
yoktu. Tabiatıyla bu mekanizmayı oluşturamayan bir devletin yıkımdan kurtulması da
düşünülemezdi.
Devlet, PKK ile giriştiği adı konmamış kirli savaşta maalesef otuzbinden fazla
insanın hayatını kaybetmesine sebebiyet veren olayların nedenlerini sadece isimse l
bazda arayacak kadar zavallılaşmıştı. "Otuzbin kişinin katili, PKK'lı dağ kadrosudur"
denerek olayların tamamı henüz çocuk yaşta bulunan, çoğu kandırılmış dağdaki
gençliğin üzerine yıkılmaya çalışılmıştı.
Sormak geliyor içimden; dağlardakilere teröristler diyenler onların kimlik tespitini
yapmışlar mıydı hiç acaba? Terörist dedirtilen, denilen dağlardaki çocuklar (bazıları
bunların dışında bulunmaktadır) ülke topraklarında yaşayan ve evlatları için
gözyaşlarını durmaksızın akıtanlar dahi, devlete sadık kalarak vergisini veren Ahmet
dayıların, Ayşe teyzelerin evlatlarıydı. Kim gönderdi gençliği dağlara! PKK'ya katılmalarına
sebebiyet veren koşullan kimler sağlamışlardı? Hep neden, niçin sorulan
çıkıyor karşımıza. Daha sakalı dahi çıkmayan, filiz gibi gençliğin dağlara
sürüklenmeleri olayı da ortadadır. Sebep; kendiliğindenciliktir, başıboşluktur, gaflettir.
Kendimizi kandırmayalım, kimse sebepsiz yere çıkmaz dağlara! Devlet insanlarını
terketmişti, yangına körükle gitmişti. Haklı olduğu bir davayı dahi ifade etmekte
güçlük çekmişti. Polisiye gücünü denetleyememiş ve halkın huzurunu korumak
amacını gütmesi gerekirken bu teşkilat bir korkuluk gibi dalmıştı milletin sinesine.
Kısacası devlet, devlet olmanın gereğini yerine getirememişti.
Bilindiği üzere devlet pişmanlık duyan dağlardaki gençlik için çok yerinde bir
karar alarak bir af yasası çıkartmış ve bu yasayı bir müddet uygulamada tutmuştu.
Fakat bu yasayı çıkarmanın olumlu bir süreç başlatacağım düşünen kişiler
dağlardan kopanları kazandıktan sonra nasıl ıslah edeceklerini hesap etmemişlerdi.
"Dağdan inin, devletiniz size sahiplenecektir, size yardım edecek, estetik
ameliyat olmanızı sağlayacak, sizi topluma kazandıracak, korunmanız için ne
gerekiyorsa yapılacaktır."
Dağlardan militanları indirmek için yapmış olduğu bu propagandanın askeri
sorgulama ve az bir ceza yemenin dışında tamamen gerçek dışı olduğunu teslim
olduktan sonra görenler, işleri bittikten sonra bir naylon parçasının çöpe atılışı kadar
kolay şekilde yalnızlığa terkedilince ister istemez bu insanlar bu kez başka
mihrakların tezgahlarına düşmekteydiler. Çek-senet tahsilatçıları, bir zamanlar
yaşanan faili belli olmayan cinayetler, çıkar uğruna insanları tehdit etmeler veya
kaçırmalar hep bunların sonuçlandır. Geriye dönenleri veya başka bir Örgütlemeye
girişenleri sayarsak mutlaka çok sıkılacağız, "pes doğrusu" diyecek noktaya
geleceğiz.
Ben bu ülkeyi çok seviyorum! Yapılan yanlışlara bir yanlış daha eklenmesin diye
yazıyorum bunları! Ne yazık ki, hepsi gerçek!..
ERNK'nın yazmış olduğu rapora değinirken konuyu eleştirisel boyutlara
taşımamın nedeni, gerek açılan davaların sonuçsuz kalma ihtimalinin
gerçekleşmesine ve yazılan bu kitapla deşifre olan hainlerin belki de devlet tarafından
savunulmaları ihtimalinin ağırlıkta kalmasına şaşırmamamız içindi. Şimdi anlıyorum   ki, paranın çok
şeyi satın alabileceği bir ülkede doğru düşünmek, zor olduğu kadar,
yıpratıcıdır da. Yine de herşey yeşerebilecek küçücük bir umut ışığı dileğinin
gerçekleşmesi adına olsun...
***  

Hiç yorum yok: