28 Mart 2011

Recep Tiril`i Recep Erkal diye yuturmak,itirafcilari aklamak.2

Tiril oldu Erkal

Ne zamanki Recep tiril sahneye cikip aygana hop dedi,aygan ondan sonra Recep Tirili suclamaktan vazgecip Recepe kardesim diye hitap edip,aslinda recep tiril jitemci degildir demeye basladi.
Biz bunun nedenlerini biliyorduk,Recep Tiril aygan ile bir cok operasyona katilmis ve birlikte jitemde faliyet yürütmüstü,birbirlerinin bir cok bilinmeyen pisliklerini biliyorlardi,aygan kendisi hakkinda hic aciklamadigi bir cok bilgiyi Recep tiril biliyordu ve aygan bunlarin ortaya cikmamasi icin recep ile bir uzlasmaya vardi.
Kesin bilmiyoruz ama baska kanallar üzerinde birbirleriyle görüsüp iletisim kurduklarinida tahmin edebiliyoruz,bunu aciklamak onlara düser.
Recep Tirilin gerek mahkemedeki tavri,gerekse internette yazdigi yazilari alt alta koydugumuzda aslinda recep tirilin yaptigi kendini aklamaktan ziyade jitemi aklamya yönellik oldugunu görecegiz.
Gerek Recep tirilin mahkemedeki tavrina,gerekse internetteki yazilarina baktigimizda bütün stratejisini öcalanin yakalandigi sürecteki tavri ve pkk nin ic infazlari üzerine kurup,bununla hem kendini hemde jitemi aklamaya yönellik oldugu acikca ortadadir.
Ayganda bu gün ayni taktigi uyguluyor.
babasini,kardesini yakinin kaybedenlerin sordugu sorulara verdigi tek bir cevap var,oda bu sorulari soranlarin ergenekoncu yada pkklidirler,diye sucluyor
Daha önce aygan ve tirilin arasindaki uzlasmayi aciklayan iki yazi yayinlandi burda..
isteyen bu linklerden tekrar okuyabilir..

2Temizlik iscisi Recep Tiril ve jitemci itirafci Abdulkadir Aygan


Gercekler bu kadar acik ve net iken Jitemci,itirafci Tirilin halen ben jitemci degilim,jitemde calismadim demesi ve sükrü gülmüs gibi birinin Recep tirile kefil olmasini nasil degerlendirecegiz?
Daha önce Aygana kefil olan gülmüs,ayganin yamukluklarini görüdgü halde neden bu gün recep tirile kefil oluyor?
Tamam sükrü gülmüs öcalana karsidir,gecmiste birlikte yola ciktigi bir arkadasina karsi olmasini anlayisla karsilariz,ama sirf karsitlik olsun diye binlerce kürd insanini öldüren katillerle yan yana bulunmasi,onlara kendi sitesinde yazarlik yaptirmasi ve onlara kefil olmasi dogru degildir.
sükrü gülmüs Recep Tirilin ismini recep Erkal olarak degistirsede,yeni bir resmini sitesindeki yazarlik ksesine koysada,Recep Tiril bir jitemcidir,bir itirafcidir ve elindeki kani temizlemeye yetmeyecektir.
simdi sükrü Gülmüse bir daha soruyoruz,recep tirilin yada yeni ismiyle piyasaya cikan recep erkalin jitemi desifre edecek herhangi bir aciklamasi varmi?
Recep Erkal herhangi bir faili mechulü aciklamismidir?
recep erkal jitemin,uyusturucu,soygun,gasp,adam kacirma,infaz etme pratiklerinden bir tane aciklamismidir?
Bunlarin hic birine verecek cevabin yok biliyoruz.ama elimizde Recep tirilin onlarca operasyona katildigina,jitem ile calistigina,iskence yaptigina karisinin infazlarda bulunduguna dair bilgi ve belge mevcuttur.
recep Tiril bunlara cevap vermedigi müddetce senin kefaletinin hic bir degeri yoktur,ancak o kefalet yine gelir seni bulur.
unutma aygana kefil oldun aygan seni ajan ilan etti.
bakalim tiril seni ne ilan edecek.
Tirilin mahkemeye sundugu savunmasini dikkatlice okuyanlar bunun tuzak bir savunma oldugunu anlayacaklardir.
iceriginde gecen kurdistan,güney kurdistan, sehit, gerilla sözcüklerine bakipta sakin aldanmayin savunmanin özü pkk nin ic infazlarini gündemlestirip jitemin infazlarinida pkk ye mal etmek ve jitemi aklamaya yönelliktir.
lütfen dikkatlice okuyun,savunmada jitemi desifre eden tek bir satir yoktur,varsa yoksa pkk nin ic infazlaridir.
Davayi acanlarinda pkkli oldugunu söylemektedir.


iste tirilin mahkemeye sundugu savunma...
DİYARBAKIR 6. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
KONU: Yazılı Savunma.
DOSYA NO: 2009/477
Sayın Başkan, Yüce Mahkeme Heyeti;
Görülmekte olan dava da ifademi vermiştim. Ancak, duruşma tutanağının yazılışında ifadelerim arasında söylediklerimin kısmen tutanağa yazıldığını gördüğümden savunmamı yazılı yapma ihtiyacı hissettim. Önceki duruşmada verdiğim ifadenin tüm hukuki sorumluluğu bana ait olmak üzere, ifadem aşağıdadır.
İnsanlık tarihinin ilk evrelerinde insanlar sorunlarını basit kaba kuvvetle çözmeye çalışırdı. İnsanlık, savaş teknolojisini taş ve sopadan ibaret sanırdı. Gelişen topluluklar, örgütlü birer toplum olmaya başlayınca yavaş yavaş savaş teknolojilerini de geliştirdiler. İlk ve Ortaçağ savaşlarında, Komutanlar yeni taktikleri Savaş cephesinin gerisinde uygulayarak, savaşa ivme kazandırmaya başladılar. Halk ve sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasıyla, tarih boyunca ezen ve ezilenlerin birbirilerini bertaraf etmek için başvurdukları yeni taktik; psikolojik savaş yöntemidir. Kapitalist/emperyalist dönemde, özelliklede 2.emperyalist paylaşım savaşından sonra, egemenler bu silahı rezilce kullanmıştır. Egemenlerce oluşturulan beyin yıkama merkezlerinde üretilen yalan haber/görüntü vb. formatlarla kamuoyu yaratılmakta ve yönlendirilmektedir. Gerçek ile yalanın iç içe geçtiği, insan beyninin uyuşturulduğu hipnoz dönemi, insanın gerçeğe “yabancı”laştırıldığı dönemdir. Süreç içerisinde bu taktiğin sonuç alıcı yönlerini fark eden ezilenler de kendi ideoloji ve stratejileri doğrultusunda bu taktiği kutsayarak yaşama geçirdiler.
Ortalıkta dolaşan yalan haberlerle gerçekler yalana, yalanlar gerçeğe dönüştürülmüştür. Ezilenler her ne hikmetse, bu yöntemi egemenlere karşı değil de kendi içyapılarına karşı hiçbir sınır belirlemeksizin kullandılar. Bu gün sonuç ortada! Ortaya çıkışında Marksizm-Leninizm’le donatıldığını ilan eden PKK, “Bağımsız, Birleşik, Sosyalist Kürdistan” ilkesinden vaz geçerek; özünde teslimiyetin savaşı ve teorisini yaşama geçirmiştir. Parti Şefinin emriyle öldürülen birçok devrimci-demokratı yıllarca “hain-ajan” olarak belletildik. Parti şefini peygamber, paygamberin ağzından çıkan her teslimiyetçi tümceyi de Allah kelamı olarak belledik. Bu belleme ile gözlerimizin önünde yoldaşlarımız katledilirken bizler zılgıtlar ve halaylarla sevinçlerimizi dışa vurduk!
1977 yılından itibaren sahip olduğum Marksist fikirler neticesinde, Kürdlerin ırk olarak varlığına, sahip oldukları coğrafik bölgenin Kürdistan olduğuna, marksist öğretinin temel ilkelerinde olan  “milletlerin kendi kaderini tayin etme hakkı”  prensibinden hareketle Marksist-Leninist bir örgüt olduğuna inandığım PKK saflarında mücadeleye katıldım. Marksist inanca göre: İşçi Sınıfı, yani Proletaryanın öncülüğünde Milli-demokratik devrimi gerçekleştirdikten sonra, “Bağımsız, Birleşik, Sosyalist bir Kürdistan”ı inşa edecektik. Bunun da yolu top yekûn bir savaştan, halk ayaklanmasından geçiyordu. Sonuç olarak, hiçbir sosyal sınıf ve zümrenin olmadığı, emek-sermaye arasında çelişkinin sonlandırıldığı sınıfsız, sömürüsüz bir toplum inancına sahiptik.
Bu inancın gerçekleşmesi ve kurulu toplumsal yapının yıkılması için çaba sarf ederken, Türkiye de 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Askeri Faşist bir muhtevaya sahip olan cuntacıların ülke genelinde gerçekleştirdikler insan-kırandan nasibimi alarak tutuklandım. “Ülkenin ve Milletin Birlik-Bütünlüğü“ adına Kontrgerilla ve CIA’nın güdümünde gerçekleştirilen faşist darbe ile ülke Kayıplar ve İşkenceler Ülkesine dönüştürüldü. Latin Amerika ve Afrika’daki faşist diktatörlüklere rahmet okutacak insanlık-dışı muamelelere tabi tutulduk.
Diyarbakır Zindanı olarak adlandırılan Cezaevinde Hitler’in Gaz Odalarını arar hale gelmiştik. Yazamayacağım, yazarak geçmişi yaşmak istemediğim bu barbarlık döneminde 50’yi aşkın tutuklu yaşamını yitirdi. İnsanlık dışı işkence ve baskılara karşı kendini yakan, ölüm oruçlarında yaşamını yitiren, sakat kalan arkadaşlarım buna dâhil değildir. Cezaevinde 8 yıl gibi bir zaman tutuklu kaldım. 12 Eylül faşizminin insanlık ve ahlak-dışı uygulamalarından sonra, ARALIK 1988’de dışarı çıkar-çıkmaz tekrar örgüte katıldım.
Aradan geçen zamandan sonra PKK eski PKK değildi. Askeri-Ekonomik hedeflerin yanına başka silahlı hedeflerde koymuştu! Örneğin sivillerin katledilmesi, örgüt içerisinde infazların sınırsızca gerçekleştirilmesi, İdeolojik muhtevasının değişerek Marksist düşünceden ziyade milliyetçi düşüncenin hâkim olması, buna bağlı olarak gerçekleştirilen insanlık dışı toplu katliamların gerçekleşmesi… Artık bu Coğrafyanın Kızıl Kemerleri bizdik. Her zaman her askeri, siyasi düşünceye meyleden, Pol Pot’u onlarca kez cebinden çıkartacak, Makyavelizimi iliklerine kadar kişiliğinde eritmiş bir liderimizde vardı! Yeri geldiğinde yapılan tüm eylemleri överek, “Ben olmazsam hepiniz bir hiçsiniz, bu askeri eylemleri daha da şiddetlendirerek uygulayın” diyen, Basın ve Mahkeme önünde de “Benim rızam dışında Şemo-Memo tarafından gerçekleştirilmiştir” diyen ve sorumluluktan kaçan bir lider!
Cezaevinde, sivillere yönelik gerçekleştirilen askeri eylemler tartışma konusuydu. Diğer Milliyetçi Kürd örgütlerden şiddetli tepkiler vardı. Bu eylemlere PKK kadroları da tepki gösteriyordu. O dönemlerde yargılandığımız Askeri Mahkemelerde “Faşist TC tarafından Kürd Halkına yönelik gerçekleştirilen bu katliamları hesabı sorulacaktır” şeklinde yapılan açıklamalar basında da yer aldı. Ancak örgüt merkezi tarafından gönderilen talimatla, sivilleri hedef alan bu eylemlerin PKK tarafından gerçekleştirildiği, mücadelenin bu taktikle devam edeceği belirtildi. Bu sefer de PKK Ana Davası, Ş.Urfa grubunda yargılanan C.D isimli bir arkadaşımız “Kurşun adres sormaz!” diyerek, tepkileri geçiştirmeye çalıştı. Ama olan olmuştu.
1989 yılında mensubu olduğum PKK örgütü terk ettim… Nedenlerin başında gelen, PKK’nın sahip olduğu Marksist-Leninist felsefeden uzaklaşarak, gittikçe milliyetçi bir çizgiye gelmesiydi. Geldiği bu çizgide devrimci-dönüştürücü misyonunu tamamlayan PKK, sivillere yönelik gerçekleştirdiği insanlık dışı eylemlerle terörist ve halk düşmanı yüzünü net olarak ortaya koydu.
Örgüt içi tartışmalardan sonra, şiddet bağımlısı bu yapıyı terk ederek Batman Emniyet müdürlüğüne giderek üzerimdeki silahla birlikte teslim oldum…
DİYARBAKIR Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tutuklu olarak yargılandım. Açıklamalarımın etkisizleştirilmesi, açıklamalarımı geri almam için PKK’nin Mardin/Dargeçit sorumlusu  “Yaşar”  kod isimli M.Emin KARATAY tarafından Batmandaki evim bombalandı. Annem ve kardeşlerim yaralandı. Cezaevinde 1 yıl tutuklu kaldıktan sonra TBMM’sinin çıkardığı “Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun”un ilgili maddeleri gereğince cezadan muaf tutularak serbest bırakıldım.
Mahkeme tarafından serbest bırakıldıktan sonra, şahsen Batman Askerlik Şubesine başvurarak askere gitmek istediğimi beyan ettim. Askerlik görevi için SİLVAN/10.J.Er Eğt.K.lığı  emrine tertip edildim. Benim gibi PKK’den ayrılmış başka arkadaşlarımda aynı yerde askerlik yapıyordu. Eski PKK’lilerin aynı yerde askerlik yapması bizim tercihimiz değildi. İstediğim yerde Askerlik yapma gibi bir lüksüm yoktu. Askere Alma Daire Başkanlığı (ASAL) nereye gönderirse orada Askerlik yapmakla mükelleftim. Kuşadası, Çukurca ve ya Malkara da olabilirdi.
Acemi eğitimizi tamamladıktan sonra J.Asyş.K.lığı/DİYARBAKIR emrine oradan da DİYARBAKIR/İl  J.K.lığı  Krgh.Srv.Bl.K.lığı emrine tertip edildim.
PKK’nin hedefi olduğumdan, koruma amaçlı olarak tarafıma tahsis edilen Lojmandan da Abdulkadir AYGAN ve arkadaşlarının gerçekdışı yalan beyana dayalı ihbar dilekçeleri ile Lojmanı boşaltmam istendi. Evime gelen akrabalarım vasıtasıyla PKK’ya istihbarı bilgiler verdiğimizi iddia ediyorlardı. Güvenlikle ilgili tüm endişelerime rağmen lojmanı boşalttım. Bunun da belgesi ektedir.
Askerlik görevimi ifa ettikten sonra Kanunun tanıdığı hakla işe girmek için J.Gn.K.lığına başvurdum. İşçi ve Memur alımı Komisyonunda, komisyonun istihbarat üyesi olan Bnb.A.Cem ERSEVER’in şiddetli muhalefetiyle karşı-karşıya kaldık. Bnb.A.Cem ERSEVER tarafından PKK’li olarak suçlandığımdan işe girmem istenmiyordu. Neticede 1992 Yılı EKİM Tarihinde Temizlik İşçisi unvanı ile işe girdim. Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanlığında 1992 yılında göreve başladım. Adı geçen işyerinde 1 Yıl çalıştıktan sonra, 1993 EKİM ayında Niğde İl Jandarma Komutanlığı emrine kendi isteğimle tayin edildim.
Dava ile ilgili görüş beyan eden bir kısım müdahil vekili: ”Mahkemelere zorla getirildiğimizi “beyan ederek, tutuklanmamızı talep ettiler. Bu talep, müdahilin sübjektif davrandığını, davanın seyrinden bihaber olduğunu gösterir. Bu güne kadar hiçbir duruşmaya “zorla” getirilmedim. Olanaklarım dâhilinde tüm duruşmalara kendiliğimden katıldım. Hatta talimatla ifademin tespiti istendiğinde Batman ve Niğde Mahkemelerinde de ifade verdim. Dava dosyası incelendiğinde bu hususlar görülecektir.
Her şeyden önce, bu dava yargı sisteminin içine düşürüldüğü trajik-komik bir davadır. Bu davada güdülen amaç: PKK ve lideri Abdullah ÖCALAN’ı temize çıkarmaktır. Bunun için uygun şart ve araçlara ihtiyaç vardı. Uygun şart, ÖCALAN’ın yargılandığı davanın bitmesi, uygun araç ta Abdullah ÖCALAN’ın akrabası Abdulkadir AYGAN’dı. AYGAN, PKK ve liderini zemzem suyu ile öyle bir yıkadı ki, üzerinde zerre kadar kan lekesi kalmadı. AYGAN’ın ‘”beyanları’’  daha sonra Diyarbakır Barosu tarafından yapılan suç duyurusu ile dava dosyasına dönüştürüldü.
Bu dava da mahkûmiyet kararının çıkıp-çıkmaması önemli değil. Önemli olan PKK’nın çıkarlarıdır. Her koşulda karlı çıkan ÖCALAN’dır. Bu davada mahkûmiyet kararı çıkmazsa: “Bakın, devlet yaptığı göstermelik yargı ile kendi personeline ceza vermedi’’ diyerek uluslar arası hukuk alanında Devlet aleyhinde psikolojik savaş yürütecektir. Aksine, 1 günlük bir mahkûmiyet çıkarsa, yine aynı yönteme başvurarak: “Bakın, Devlet yargı kararı ile kendini mahkûm etti” diyerek psikolojik üstünlüğünü perçinleyecektir.
Müdde-i iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Her hangi bir somut delil olmadan, insanların mahkeme huzuruna çıkarılması, “suçsuz olduğunuzu ispatlayın“ demek, en basit deyimle hukuksuzluktur, hedef göstermektir, insanların linç edilmesine zemin hazırlamaktır. Bu dava da suçlanmamı gerektirecek somut bir delil olmadığı halde 11 yıldır mahkeme mahkeme dolaştırılıyorum. Sanki Devlet ve PKK arasında yedd-i emine teslim edilmiş, mahkemelere zimmettenmişiz gibi, dava sonuçlandırılmamaktadır.
Görülmekte olan dava iki kişinin, Mete ismiyle tanıdığım önceki duruşmada durumunu beyan ettiğim Hacı HASAN ve Abdulkadir AYGAN’ın sözde “açıklamalarına” dayandırılmaktadır. Hacı HASAN’ın Suriye uyruklu olduğunu, başka bir suçtan tutuklu iken serbest bırakılarak, yurtdışına çıkmasına müsaade edildiğini yeni öğrendim. Keza, AYGAN’da yurtdışında. Tezat duruma bakın ki, suçlayanlar yurtdışına kaçmış; mahkemelerin adalet ve hakkaniyetine inanç getirenler hiçbir yere kaçmadan mahkemenize ve adalete hesap vermekteler!
Geçen duruşmada beyan etmiştim: Abdulkadir AYGAN isminde biri yaşamıyor. ”Şehitlik” gerekçesi ile kimlik bilgileri kapatılmış. Hukuken yaşamayan birinin beyanları ile hukuk önünde yargılanmaktayız! “ölü” beyanı ile yargılanmak hangi hukuk sisteminde var. Hukuk bilginlerinin hukuk desteğine ihtiyacımız var. Adı geçen kişinin bizi suçlayabilmesi için “yaşıyor” olması gerekir. Aziz TURAN isminde birini tanımıyorum, bu isim de benim için bir şey ifade etmiyor. Önce Abdulkadir AYGAN’ın fiilen “diriltilmesi” lazım.
Bu davada adam öldürmekle, yaralamakla suçlanmıyorum. Somut olarak bildiğim bir şey var: neden Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun emrinde Askerlik yaptığımızın hesabı sorulmaktadır. Suç bu ise, evet ben bu suçu işledim. Hem de kendi ayaklarımla Batman Askerlik Şubesine, tek başıma giderek askere gitmek istediğimi söyledim. PKK’nın tüm merkezi kadroları, önder kadroları asker gitmedi mi? Örneğin Sabri OK günü güne askerliğini tamamlamadan neden yurtdışına çıkmadı?
Sıkça şu soru ile muhatap kılınıyoruz: “Ordu emrinde iken, size (Özel) görev verildi mi?” Bu, kişinin niyetine göre kurgulanmış, hukuk dışı tuzak bir sorudur. Hukukta hile ve tuzaklara yer yoktur. Askeri hiyerarşi içerisinde Er’in “ÖZEL” görevi yoktur. Asker kendisine emir edilen görevi ifa etmekle görevlidir. Aksine hareket “emre itaatsizlik” suçunu oluşturduğundan, iç hizmet kanunun ilgili maddeleri gereğince Askeri Mahkemeye sevk edilir.
”Özel Görev”den kasıt insan öldürme ise, bana ihtiyaç duyulacağını sanmıyorum. Görev ve Yetkileri kanunlarla belirlenmiş Kolluk Kuvvetleri, Güvenlik Güçleri var. Bunların bile kefiyen insan öldürme gibi bir görevleri yokken, hangi akla hizmetle böyle bir görevi üstleneyim. Yasalar nezdinde terörle mücadele de Devletler, meşru-doğal haklara sahiptir. Devleti korumak, kollamak benim değil, ilgili güvenlik kurumlarının görevidir. Kanun dışı bir eylemin içinde bulunacak kadar ahmak değilim.
Bunun dışındaki yol ve yöntemler kaotik dönemlere mahsus Kontrgerilla faaliyetidir. Bu tür faaliyetler bireyleri, kurumları hedef aldığı gibi halkın tercihi ile iktidara gelmiş hükümet, devlet ve halkları da hedef almaktadır. Örneğin;1980 Faşist Askeri darbesi CIA’nin örgütlediği bir Kontrgerilla faaliyetidir. Kontrgerillanın merkezi CIA’dir, Amerikadır. Bu karanlık örgüt Türkiye’de, Kürdistan’da ve birçok ulusal/sınıfsal karaktere sahip mücadelelerin sürdüğü ülkelerde karanlık ve vahşi yüzünü ortaya koymuştur. Bunu gerçekleştirmek için sivil unsurlardan da dolaylı veya direkt yararlanmıştır. Kontrgerilla yararlandığı sivil unsurları da doğası gereği infaz ve imha etmektedir. Kontrgerilla “Devlet çıkarı” için yapılması gerekeni, devlete rağmen yapıyor ve yapmaktadır. Bunun örnekleri de vardır. Kontrgerillanın uzantılarından biri olsaydım, anılan karanlık güç tarafından çoktan öldürülmüş, mahkemeniz önüne çıkmamış olacaktım. Çünkü Bu karanlık örgüt tarafından kirli ilişkilere bulaştırılmış kişiler, karanlık yapıyı deşifre etmemeleri, alçaklıklarının ortaya çıkmaması için çeşitli hile ve oyunlarla infaz edilmektedirler. Söz konusu olan insan yaşamı değil, emperyalizmin çıkarlarıdır. Türkiye’de JİTEM, Özel Kuvvetler, Özel Harp Dairesi gibi kurumların savaşta belirleyici rol oynadıklarına inanmıyorum. Yürütülen kirli ve insanlık dışı savaşın odak noktasında kontrgerilla vardır. Türkiye’de örgütlü bulunan Kontrgerilla tüm bağlantılarıyla deşifre edilmediği müddetçe, toplumsal olaylardaki sır perdeleri, karanlık cinayetler açığa çıkmayacaktır. Devrimci/demokratlara, aydınlara, yurtseverlere karşı birçok karanlık tertibi gerçekleştiren bu karanlık örgütü açığa çıkarmanın yolu Çorum, Sivas, Maraş olaylarından geçmektedir.
Herkesin malumu, 70’li yıllarda Sovyet peykinin uşağı(!) komünistleri bertaraf etmek için komando kamplarında eğitilen faşist odaklar mevcuttu. Bu faşist odaklar, Rusya’dan gelecek olan komünizme karşı  “Milliyetçi Cephe“nin askeri kanadı işlevini görüyordu. Akla-hayale gelmeyen demagojilerle eğitilen genç faşist nesil, Türkiye ve Kürdistan’da ulaşabildikleri tüm devrimci/demokrat kesimlere saldırıp can ve mal kaybına yol açtılar. Kontrgerillanın bir yedeği olan bu cephe birçok faşist eyleme imza attı. Özünde kontrgerilla organizasyonu olan bu katiller sürüsünün işlevi 12 EYLÜL 1980 faşist darbesi ile sona erdi. Bunu bir organın işlevini bitirmesi olarak algılamalıyız. Çünkü yeni dönemin strateji ve taktiği  “İslam” üzerine bina edilmişti. Komünistlerle birlikte faşistlerde  “içeri” alınmıştı. Dönem, tasfiye dönemiydi!Faşist Cuntanın lideri EVREN, her gittiği Kürd ilinde halka hitap ederken, konuşmasını Kur’an  dan ayetlerle süslüyordu. İslamcı bir neslin yetişmesini teşvik ediyorlardı.
PKK’nin sergilediği eylemlilikle başa çıkamayan 12 Eylül Cuntası ve yedekleri, yeni döneme ilişkin silahları olan “İSLAM”ı hayata geçirdiler. Çünkü; Kürdler İslam’dı, Muhammedi bağ ve itikatları güçlü idi. Komünist düşünce ve “ahlaksızlığı” konu edilerek, Afganistan’daki gibi direniş cepheleri de yaratılabilinirdi. Helikopterlerle dağıtılan Kur’an ayetleri, basın-yayın yoluyla yapılan propagandalar hep aynı yöne çıkıyordu.
12 EYLÜL Faşizminin Mezarlığı olan Cezaevlerinde “Askerler”ce verilen  “Din’i Eğitm”leri aklımıza getirelim. Hele Diyarbakır Zindanında Esat Oktay YILDIRAN ve Uçak kaçıran “İslamcı” Hava Korsan Yılmaz YILMAER’in  “Küçük Komünistleri” nasıl bir “Din’i Eğitim” e tabi tuttuğunu bileniniz var mı?
Kaba dayak ve işkence ile bizden ayrıştırılan kardeşlerimin acısını yaşayanlardan biri benim. Benim gibi bu olaya tanıklık eden binlerce insan var.
PKK ve HİZBULLAH arasında kıyasıya bir alan hâkimiyeti çatışması olduğunu hepimiz biliyoruz, hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır.
Kürdistan coğrafyasında sürdürülen gayr-i insani imha politikaları kısmen de olsa Hızbullah (İlim) grubunun omurgasında yer bulmuştur. Çünkü İlim grubunun dokusu bu pratiğe uygundu. Dini vecibelerini içtenlikle ifa eden inanç sahiplerini tenzih ederim. Ne yazık ki Hızbullah kirli savaşın aracı olma konumundan öteye gidememiştir. Hızbullah’ın bu duruma düşürülmesinde PKK’nın da önemli payı var. Başa çıkamayacağı, çıkamadığı bir askeri yapıyı Kürd halkının başına bela etmiştir.
Nedenini soran olursa, Hizbullah’ın Askeri sorumlusu Cemal TUTAR’ın Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine verdiği ve kısmen basına yansıyan ifadesini hatırlatalım:
“PKK’ye gönderdikleri “çatışmadan iki taraf da zarar görür” mesajına olumsuz yanıt aldıklarını. Bunun üzerine Örneğin Nusaybin’de öldürülen bir arkadaşımızın intikamı için Batman’da, Diyarbakır’da ve diğer yerlerde 8 PKK milisini öldürüyorduk. PKK tabanı arasında fazla kan dökülmeden çatışmanın kesilmesini amaçladık. Bu taktiğimizde başarılı olduk”
Durum bu!
Daha fazlasına gerek var, bu kadarı yetersiz diyenler için devam edelim.
Yine aynı Mahkeme ifadesinden:
“PKK’yı sevmeyen herkesin sempatisini kazandık. Buna devletin içerisindeki polis ve askerler de dâhildir“ sözleri, gerçeğin ikrarı değil de nedir?
Peki, polis ve askerin bu sempatisi maddi/manevi desteğe dönüşmedi mi? Ya da bu “sempati“ istihbarat ve lojistik desteğe dönüşmedi mi?
“Hizbullah Devlete kurşun sıkmadı. Eğer ajan bir yapı ise neden devlet bu yapıyı tasfiye etti?” diyenlere:
Faşist Komandolar da devlete kurşun sıkmadı. Kendi anlayışları doğrultusunda can de verdiler ama 12 EYLÜLCÜLER onları da tasfiye etti. Burada önemli olan devletin çıkarlarıdır, birey veya örgütlerin değil! Devlet ve
Hizbullah birbirine zıt iki kutuptur. Dünya yıkılsa bir araya gelmezler. Bu art niyetli karanlık bir “komplo teorisidir” diyeceklere:
Marksizm de “zıtların birliği” diye açıkladığımız bir kavram var. Birbirine tamamen zıt iki kutup, çıkarları gereği bir araya gelip, kalıcı bir birliktelik/ittifak gerçekleştirebiliyorlar. Örneğin: Özel harekâtçı Polis şefi Hüseyin KOCADAĞ ve Ülkücü tetikçi Abdullah ÇATLI gibi. Biri faşist gelenekten gelen, uluslar arası bir tetikçi, diğeri sosyal/demokrat, alevi kökenli bir Polis müdürü. Kontrgerillaya göre Devlet çıkarı budur.
PKK, Kürd ve Kürdistani değerlerin parçalanması, onarılamaz tahribatların yaratılması ve akıtılan kanlardan Devlet kadar sorumludur.
Hizbullah, tüm bu yaşanan olumsuz süreçten PKK kadar suçludur, vebal altındadır. İslam inancına tabi yorumlarını bir kenara bırakırsak, Hizbullah pratiği ile bir kontrgerilla örgütüdür.
Kürdistan’da din savaşı yoktu. Var olan, Devlet ve PKK arasındaki savaştı. Serhildanların gündemde olduğu, bölgesel ayaklanmaların tetiklendiği bir aşamada “hizb-ül vahşet” in ortaya çıkması tek hedefi vardı: Kontrgerilla güdümünde halk ayaklanmalarını bastırmak!
PKK Örgütünün kuruluş bildirgesinde PKK’nın Anti-Emperyalist bir parti olduğu ve Emperyalizmi karşıtlığı nedeniyle ABD’yi düşman ilan etmektedir. ”Anti-Emperyalist” olan(!) bu örgütün ABD karşıtı bir eylemi gerçekleştirdiğini ne gördüm, ne de duydum! Ama Abdullah ÖCALAN’a ait aşağıdaki görüşme notunu yüzlerce kez okudum.
“ÇÖZÜME HAZIRIZ: 'ABD'nin PKK'ye tahammülü kalmadı. Bu, BDP ile bazı büyükelçiler arasında yapılan görüşmeden de anlaşılmıştır. Avrupa'da da terör örgütüne yönelik operasyonlar bilinçli yaptırıldı. Artık son nokta konuldu. ABD'ye iletin, 'Ben ve PKK çözüme hazırız' deyin. Avrupa'dan, Irak'a her an PKK imha planı devrede.” (Av.Görüşme Notları,7 NİSAN 2010)
Şimdi sormak gerekir, nerede kaldı Anti-Emperyalistliğiniz?
ABD ve güdümündeki kontrgerillaya havale ettiğiniz binlerce devrimci/yurtseverin hesabını nasıl vereceksiniz?
“Karşı-devrimci, işbirlikçi” olanlar bu davada yargılanan üç-beş itirafçı mı, yoksa binleri sorgusuz-sualsiz faşizmin katliamcı, barbar yüzü ile baş başa bırakanlar mı?
Bu davada yargılanan ve “itirafçı” olarak tanımlanan insanlar, nasıl bir maddi menfaat temin etmişlerdir? Böyle bir suçu işlemiş olsaydım bugün milyarlarım, villalarım, lüks arabalarım olurdu. Ben işçi emeklisiyim. Bu davayı takip edebilmek yol paramı bile denkleştirmekte zorlanıyorum. Çoğu zamanda borç temin ettiğim para ile duruşmalara katılıyorum. Mahkemeniz mal varlığımı istediği zaman araştırabilir. Böyle bir suça karışan kişi, mutlaka dünyalığını bir kenara bırakması gerekir. 1990 yılından itibaren “devrimci-yurtsever” kisvesi ile kimlerin servet yaptığı basit bir araştırma ile gün ışığına çıkacaktır. Kimlerin ölüm ve kandan beslendiği de netleşecektir.
Bu dava da yargılanmamızın nedeni: PKK saflarını terk etmemizdir. Bu dava ile PKK’yı terk etmemizin hesabı sorulmak istenmektedir. PKK için en büyük sıkıntı, sayıları binlerle ifade edilen kişilerin saflarını terk etmesidir. Bunun haklı/haksız birçok sebebi vardır. Teslim olan bir çok insan örgütün devlet tarafından her yönü ile tanınmasına, hatta bölgesel düzeyde çözülmesine yol açmışlardır. PKK, bunun hesabın sorma peşindedir. Öldürebildiklerini öldürdüler, öldüremediklerinde “kirli savaşın aygıtı oldukları” iddiası ile AYGAN’ın beyanları sonucu mahkeme önüne çıkarmayı başardılar. Kim bilir, belki Devlet ve PKK arasında yargı ile ilgili bir anlaşma, konsensus vardır. Çeşitli kanunlarla insanları PKK’dan ayrılmaya çağıran Devletin yeni sürece ilişkin siyaseti değişmiş olabilir mi?
Yeni sürecin siyaseti sonucu mu PKK, Partiya Kemalisten Kürdistan’a dönüştü?
İmralı’ya yerleştirildiği güne kadar ÖCALAN, Kemalizm ve Demokratik Özerkliğin ne olduğunu bilmiyor muydu?
PKK ve ÖCALAN’a Kemalist İdeoloji ve Demokratik Özerkliği kabul etmeleri karşılığında kendilerine PKK’den ayrılanlar mı teslim edilecek?
Bireysel anlamda, kendi adıma ifade ediyorum: Bu güne kadar hiçbir insanın kanına elim bulaşmadı. Böyle bir yapının içerisinde de yer almadım. Yıllarca aynı sıkıntı, kahır, çile ve işkenceyi paylaştığımız, mutlu bir geleceği inşa etme adına, birlikte yola çıktığım arkadaşlarımı/yoldaşlarımı öldürecek şekilde ruhumu, benliğimi Şeytana ve Kontrgerillaya satmadım. Beni buna hiçbir kuvvet zorlayamaz. Beynimi paramparça yapsalar da, böyle bir alçaklığı yapmam. Bunu yapacak kişinin hayatta hiçbir ideali olamaz. İnsani duygu–düşüncelerden nasibini almadığı gibi, yoldaşlık bağının manevi değerini de bilemez.
Eski arkadaş ve yoldaşlarımın kim tarafından, nerede, nasıl öldürüldüğünü, nasıl taş altı edildiğini gidin Botan, Dersim, Amed, Garzan, Mardin, Serhat, bir bütün olarak Irak Kürdistan’ı ve Bekaa’nın dağlarına, derelerine, vadilerine, dağ oyuklarına sorun! Belki o zaman insanlar “insanlık”larından bir nebze utanır!
Kaleşnikov’un harbisi ateşte kızdırılarak, insanların kulaklarından nasıl geçirildiğini bu güne kadar merak eden, sorgulayan var mı?
14-16 Üniversite öğrencisini “Ajan” olabilecekleri kuşkusuyla, üzerlerine naylon damlatılarak katledilmelerini merak eden var mı? Doğru, Üniversiteliler aydın-okumuş insandır. Okuyan insan “ajan”dır. Hele aydın olan insan “ultra-Ajan”dır.
Basit bir insan hakkı ihlalinde meydana dökülen-ki doğrusu da budur-aktivistler PKK’nın yaptıklarına gelince susuyorlar. İnsan hak ve hukukun ihlali örgüt ve devletlerin konumlanışına, ideolojilerine göre mi tepkiye tabi tutuluyor?
AYGAN yaşamı boyunca ilkesiz ve tutarsız bir yaşamı tercih etmiştir. Kendi sorunudur, söz söylemeye hakkım yok! Kişi yaşamını nasıl sürdürmek isterse sürdürür. Kimsenin yaşam perspektifine müdahale edemem. Bireyler kendilerini kullandırmazsa, kimse kimseyi kullanamaz! Emekli olduğum güne kadar hiç bir komutan ve ya görevli adam öldürmeyi bana teklif etmedi, edemedi! Böyle bir teklife çanak tutmadım. Çanak tutanlarında bugün ağlamaya-sızlanmaya hakkı yok! Hele kendileri ile birlikte hareket etmeyenleri Devlete, PKK’ye, karanlık güçlere hedef gösterip, öldürtmeye hiç mi hiç hakkı yoktur. Bu nedenle bireyleri hedef tahtasına oturtma yerine tepeden-tırnağa kimin sorumluluğu varsa yargı önüne çıksın.
AYGAN’ın anlatım ve beyanlarına bakılırsa tutarsızlık içinde olduğu görülecektir. Kendisi ile yapılan söyleşi, Timur ŞAHAN ve Uğur BALIK tarafından kitap haline getirilerek yayınlandı. Kitap, Mahkemenize delil olarak sunuldu. Müdahil Avukatlar tarafından referans gösterilerek, kitapta anlatılanların yeterli delil oluşturduğu var sayılarak, cezalandırılmamız istenmektedir. Hiç bir maddi delil, olguya dayanmayan dedikodudan ibaret bir kitapla cezalandırılmamızı istemek hangi hukuk kuralı ile bağdaşmaktadır?
AKŞAM Gazetesi yazarı Süreyya AKBALIK’ın 17.05.2010 Tarihinde Abdulkadir AYGAN ile gerçekleştirdiği söyleşide sorulan soru ve alınan cevap aynen şöyledir:
“ Kim bu Timur Şahan ve Uğur Balık?
-Bunlar PKK’lidır. Türkiye Cumhuriyeti savcısı, bunların kitabını delil gösteriyor.”
Abdulkadir AYGAN’ın beyanlarına göre PKK’li olan kişilere ait materyaller ne zamandan beri Mahkemelerde “delil” olarak kabul görmeye başladı? Eğer davanın referanslarını PKK veriyorsa, o zaman bizi PKK’ye teslim edin onlar yargılasın!
Basına yansıyan mahkeme haberlerinde müdahil Av.sayın Tahir ELÇİ’nin iyi bir hukukçu olduğuna kanaat getirmiştim. 26 KASIM 2010 tarihli duruşmada ifade ettiği görüşleri tekrar okuyunca, bu kanaatimi geri almak zorunda kaldım. Duruşma tutanağının 16/29 nolu sahifesinde yazılı şu ifade sayın müdahile aittir:
“ …ayrıca Abdulkadir AYGAN’ın bildiklerinin tamamını anlatmadığı yönündeki beyana bende katılıyorum ancak kısmen anlatımda bulunmuş olması anlatımlarının doğru olmadığını göstermez, zaten bir kısım anlattıkları üzerine yapılan araştırmalar sonucunda bazı cesetler beyan ettiği yerlerde bulunmuş ve böylece anlattıklarının tamamının doğru olduğu ortaya çıkmıştır.”
Yukarıda adı geçen kitapla ilgili yapılan hukuk tartışmasında Sayın ELÇİ’nin tutanağa geçen sözleridir. Kitabı merak ettim, okumamıştım. Kitabın Almanya, Weşanén Mezopotaya KASIM 2004 birinci baskısını temin ettim. Kitabın 192.sahifesinde el yazısı ile yazılan bilgi notu: “DİYARBAKIR BAROSU AVUKATLAR (PKK’LI) (15) sırada bulunan Tahir ELÇİ (Mardin Barosu)”
Bana göre hukukçu görevini ifa etmekten başka bir görevi olmayan sayın müdahil, AYGAN’a göre PKK’lidir. Sayın ELÇİ veya bir başka müdahili (PKK’lı olarak)  suçlamak aklımdan geçmez. Ama merak etmiyor da değilim, bununla ilgili bir işlem yapıldı mı? Sayın müdahil kanuni haklarını kullandı mı? Ya da, AYGAN’ın bu iddiasını kabul ediyorlar mı? Eğer AYGAN’ın iddiaları bir bütün olarak kabul ediliyorsa, bu iddianın doğru kabul edilmesi lazım. Mahkemeye “referans” olarak sunulan materyallerin iyi seçilmesi gerektiğine inanıyorum.
AYGAN, Devletin istihbarat örgütlerinde yer aldığını söylüyor. Kamuoyuna yansıyan Maaş Bordrosu dijital ortamda hazırlanmış sahte bir “belge” değilse, doğru söylüyordur. Cinayetlere karışıp-karışmadığı hususunda bir bilgiye sahip değilim. Çünkü 1992 yılından beri kendisi ile görüşmüş değilim. İddia ettiği hususları mahkeme huzurunda dile getirmesi ve delillendirmesi lazım. Bunun için de Türkiye’ye gelmesi/getirilmesi zorunludur. Hayatıyla ilgili ciddi endişelerinin olduğunu, öldürüleceğini söylüyor. Endişelerinde haklı da olabilir. Her şeyi göze alması lazım. Bizler de Mahkemelere gidip-gelirken saldırı ve öldürülme endişesi yaşıyoruz. Doğruların ortaya çıkmasının bedeli canla ödenecekse, varsın o can da olmaz olsun! Bir canlıyı öldürmek basit bir eylemdir. Ama cana kasteden yüreği bedeninde taşımakta en büyük alçaklıktır.
Dava konusu cinayetlerden biri de yaşam abidesi Musa ANTER’in öldürülmesidir. Bu cinayet korkaklığın vardığı en son noktadır.
Yaşamı boyunca şiddeti red eden, silahtan önce demokratik gelenek ve kuralların işletilmesi gerektiğini ifade eden bilgenin öldürülmesi muammadır. Katledildiğinde 70 küsur yaşında olan ANTER, bir bütün olarak PKK vesayetini kabul etmiş değildi. Ama PKK’yi desteklediği, PKK’nin yayın organlarında yazı/Makalelerinin yayınlandığı bir gerçekti. Musa ANTER’in sahip olduğu düşüncelerin Devlet tarafından öldürülmesi için yeterli bir gerekçe olduğunu ve Devlet’in bu ahmaklığı yaptığına beni kimse inandıramaz.
Şöyle ki;
Cinayetin bir tarafında PKK, diğer tarafında Kontrgerilla var.
ANTER cinayetinin odak noktası PKK’dir. Musa ANTER öldürüldüğü güne kadar PKK ile birlikte hareket etti. Diyarbakır’a gelişi planlı ve PKK’nin bilgisi dâhilinde idi. Diyarbakır buluşması kendisi için çok önemliydi. İstanbul-Diyarbakır uçağına yetişemediği için, Malatya üzerinden rötarla Diyarbakır’a geldiği söyleniyor. Diyarbakır’a vardıktan sonra, PKK Diyarbakır sorumlusunun bilgisi dışında (Hogır) Cemil IŞIK ile buluşması mümkün değildi. Musa ANTER çok kritik bir buluşmaya tek başına karar verecek konumda değildi. Hele Vedat AYDIN’ın katlinden sonra, ANTER’in tek başına gönderilmemesi gerekiyordu. ”Samimi itirafçılarla buluşacağım” diyen bir insanı korumasız bir şekilde buluşma yerine göndermek hangi akla hizmettir?
Cemil IŞIK  (Hogır)’ın yeri PKK tarafından İstihbarat birimlerine sızdırıldı. Sızdırma olmasaydı Cemil IŞIK’ın yeri tespit edilemeyecekti. PKK çevreleri tarafından verilen bilgi ile Cemil IŞIK Irak’tan getirilmiştir.
Cemil IŞIK, PKK ve Kontrgerilla tarafından bu alçaklık örneği cinayette kullanıldıktan sonra yurt dışına, Almanya’ya gönderildi.
Cemil IŞIK/Hogır'ın yerini PKK'den kim sızdırdı?
Ape Musa cinayetinden sonra, Hogır’ı yurtdışına kim çıkardı?
Almanya da PKK tarafından yakalandığında neden sorgulanıp, bu karanlık cinayetin bilinmeyenleri açığa çıkarılmadan öldürüldü?
Ya da sorgulandıysa, bu cinayetin sır perdesi neden açıklanmamaktadır?
Bu soruların cevabı bulunduğunda cinayetin bilinmeyenleri de açığa çıkacaktır…
Vurulan kişilerin kimlikleri bana manidar geliyor. Bu bir "Komplo Teorisi" değildir. PKK’nın 70'li yıllardaki İdeolojik yaklaşımına göre:
Revizyonist, teslimiyetçi-işbirlikçi çizgide olanlar kimlerdi? Cevap: PKK’nin dışındaki tüm devrimci/demokrat, Kürd Milliyetçisi Hareketler!
Peki, kimlerin katledildiğine hiç dikkat ettiniz mi? Cevap: 70'li yıllarda PKK'nın anlayışına karşı çıkanlar!
1985-86 yılından itibaren PKK sivil hedeflere (Öğretmen. Yaşlı, genç, çocuk, bebek) yönelmesine rağmen, bu siyasal yapı ve oluşumdan gelen "Kürd Milliyetçileri" PKK'nin etrafında toplanmaya, PKK'nin bir neferi gibi çalışarak, mücadeleye ivme kazandırdılar. Bu arada, bu kişiler de halk arasında vaz geçilmez birer "politik figür" yerel lider olmaya başladılar. Ve bu politik figürler önlenemez bir yükselişle yükselmeye başladılar. Önlenemeyen bu yükseliş kimi/kimleri rahatsız etti? Bu kişiler Kürd halkı için artık birer simge idiler. Bu "Simgeleri" kim parçalamak istedi?
Unutulmamalıdır ki, bu insanlık suçu cinayetlerden sonra PKK’nin etkinlik alanı genişledi. Bu devrimci demokrat kesimler katledilmeseydi PKK bu kadar büyüyemezdi. PKK’nin büyümesi, etkinlik alanını büyütmesi Vedat AYDIN, Musa ANTER ve diğer fail-i meçhul cinayetlerden sonradır.
Vedat AYDIN, Musa ANTER ve diğerlerinin öldürülmesinde kim karlı, kim zararlı çıktı? Politik amaçları için bu cinayetleri kullanarak, kim yerini perçinledi?
Bu cinayetlerden Devlet mi karlı çıktı ve ya PKK mı?
Takdir sizin!
Eğer Türk Devleti PKK’nın elini güçlendirecek ve yüzde bin kaybedeceği bir kumara kendi geleceğini yatırmışsa, bence en aptal ve salakça blöfü yapmıştır.
Aradan geçen yıllardan sonra, Musa ANTER olayında ağır yararlı olarak kurtulan Orhan MİROĞLU gelinen aşamada “silahın tek çözüm “ olmadığını belirtmesi üzerine: HPG’nin resmi web sitesinde “Miroğlu ve kuyruk acısı" başlığıyla yayımlanan yazıda, "halkın değerlerine ve kurtuluş teminatlarına alçakça saldırmak" ile suçlanandı. İMROĞLU için yazının sonunda, "Sözün özü böyle giderse kırmızı kalemle çekilen bir çizgi devreye girer! Miroğlu da, mortoğlu olur“ sözleri ile ölüm/öldürülme gerçeğiyle karşı karşıya bırakılmıştır. İşlerine geldi mi “yurtsever”, gelmedi mi “hain”sin!
PKK yürütme konseyi üyelerinden Mustafa KARASU, PKK’nin yaklaşımında tehdide yer olmadığını, Hikmet FİDAN’ın da düşüncelerinden dolayı öldürülmediğini ANF’ye açıkladı.
O zaman Mustafa KARASU’ya  sormak gerekir: MİROĞLU’nu da ANTER gibi Kontrgerillaya mı havale edeceksiniz?
BATMAN’da İHD eski başkanı Sadi Özdemir, kardeşleri BDP'li eski yöneticilerden Salih Özdemir, Sıddık Özdemir, Batman Barosu eski Başkanı Sedat Özevin ne için katledildiler, PKK’ya karşı silah mı kullandılar? “Düşüncelerinden” dolayı öldürülmediğini iddia ettiğiniz Hikmet FİDAN’ı keyfiyetten mi öldürdünüz?
Tekçi/otoriter anlayışa sahip olan PKK içerisinde kim Parti içi demokrasiden, ayrı bir devrimci yaklaşımdan söz ederse, anında tehdit ve infaz edilmektedir. Çetin GÜNGÖR, Faysal DUNLAYICI, Mehmet ŞENER, Resul ALTINOK, Orhan AYDIN, Hikmet FİDAN düşüncelerinden dolayı öldürülmediler mi?
MİROĞLU’nun tehdit edilmesi ile ÖCALAN’ın söyledikleri:
“Son dönemde işte bu Miroğlu ismi de geçiyor, tehdit edildiği söyleniyor. Bu, özel savaş lobilerinin işidir. KCK, bireyleri tehdit etmez. Daha çok Türk İntikam Tugayı gibi oluşumlara bu tür bireyleri hedef yapıyorlar.” (8Aralık 2010 av.görüşme notları)
Abdullah ÖCALAN’ın bu açıklamasından sonra PKK’yi, HPG’yi Türk İntikam Tuğayı’nın yönettiğini kabul etmemiz gerekir. Bu da PKK ve Kontrgerillanın iç içe olduğunu, tüm fail-i meçhul cinayetlerde müşterek hareket ettiklerini gösterir.
12 EYLÜL Faşizmi tarafından idam edilmesi için kemik yaşı büyütülen ve idam edilen 17 yaşındaki Erdal EREN’in dramını unutmadık. Anne ve Babasının acısını hiçbir şey dindiremedi.
Erdal EREN ile aynı yaşta olan ve tek suçu “Kürdistan Halkının Haklı Davasına” inanç getirmek olan Aydın ŞAHİN halen kayıptır.
Aradan 12-13 yıl geçmesine rağmen, Balkanlarda kayıp edilen Aydın ŞAHİN, Av.İhsan DURUKAL, Sedat BAYRAKTAR ve Sevim ADIBELLİ’nin akıbetleri halen belli değil. ROMANYA’daki eğitim dönemlerini bitiren ve Balkanlarda görevlendirilen bu dört can Yunanistan’daki PKK yönetimine teslim edilmeden açık sularda katledildiler.
Bu dört inançlı devrimci, organları için organ mafyasına mı satıldı? Yoksa PKK, bu dört devrimciyi “ihanetçi” suçlaması ile infaz mı etti?
Tek suçu kardeşinin akıbetini araştırmak olan Kalender ŞAHİN’e PKK tarafından yapılmayan saldırı ve hakaret kalmadı. Kardeşinin ölümünü araştıran Kalender ŞAHİN’e PKK tarafından açıklayıcı bir bilgi verilmediği gibi, Kalender ŞAHİN, sürekli olarak PKK’lıların küfür, hakaret ve kaba dayak saldırılarına maruz kaldı. Kalender ŞAHİN ile aynı kaderi paylaşan, acısını içine gömen, hayata küsmüş binlerce anne-baba ve kardeş vardır. Bu acılı insanların acısını paylaşma erdemini kimse göstermedi, gösteremiyor.
Çünkü önlerinde PKK gibi anti-demokratik bir yapı var. Kürdistan denilen coğrafyada iki egemen güç var: PKK ve DEVLET! Devlete atış serbest! PKK’ye gelince dur! Çünkü PKK’de ölüm var. Bir kaç duyarlı aydın dışında, “aydın” kisvesi ile aramızda dolaşan sözde aydınların PKK’nin pratiğine yönelik bir eleştirisini görmedim.
Değerli sosyolog, Bilimin namus bekçisi İsmail BEŞİKÇİ, haklı gerekçelerle eleştirilerini dillendirince PKK’lılar tarafından tehdit edilmedi mi? Çeşitli platformlarda toplum ve ülkenin geleceğine ilişkin görüşlerini ifade eden Galip ENSARİOĞLU ve Diyarbakır Barosu Başkanı Emin AKTAR’ın aleyhinde açılan afişler, özgür düşünceye karşı despotizmin psikolojik saldırısı değil mi? PKK’nın “devrimci”liği  ve “demokrat”lığı buraya kadardır!
Birey ve kurumlar demokratlık/ demokrasiden çokça söz ederek demokrat olamadıkları gibi demokrasi kültürünü de geliştiremezler. Demokratlığın ön koşulu konuşma ve örgütlenmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bu sağlanırsa demokrasi kültürü tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleşik yaşamda yer bulur. Bunun için PKK, sivillere ve aydınlara yönelttiği namluları indirmelidir!
Türk ve Kürd halkı karanlık bir süreçten geçirildi. Bu karanlık süreç maddi-manevi kayıpların yaşanmasına yol açtı. Binlerce can ve Ekonomik yıkımlara mal olan bu sürecin, tüm sonuç ve taraflarıyla sorgulanması gerekir. Birey ve Kurumlara hiçbir iltimas ve ayrıcalık tanınmadan hukuk önüne çıkarılması sağlanmalıdır. Kontrgerilla, Devlet, PKK, Hizbullah bağlantıları açığa çıkarılmalı, sebep oldukları yıkımın hesabı sorulmalıdır.
“Sorunu çözmek” adına “İtirafçı” tanımı ile isimlendirilen üç-beş insanı yargılamak, mahkûm ettirmeye çalışmak, karanlık süreci danışıklı olarak kapatmaya çalışmaktır. Kurumların çıkarını gözetmekten ziyade, bireyin yaşam hakkı ve hukuku esas alınarak hukukun üstünlüğü ilkesi gözetilmelidir.
Çok uzun yıllara dayalı toplumsal yıkım ve tahribatları maksatlı olarak bizlere yüklemeye çalışmak karalamadır, iftiradır.
Aslında bu sorunun çok basit bir çözümü var:
Çağırın Polat ALEMDAR’ı gelsin, iki itirafçı, iki Polis/Asker, iki de PKK’li vursun, kestiği raconla pisliğin üstünü kapatsın. O zaman taraflar rahat bir nefes alır.
Dava ile ilgili gerçekler savunmamda arz ettiğim gibidir. Bir yafta gibi boynumuza asılmak istenen karalayıcı sıfat ve tanımları reddediyorum.
Sürdürülen kirli savaş ortamı ve bilinmeyenlerinin açığa çıkarılması doğrultusun da yayın yapan, yetersiz de olsa kendimi ifade edebilmem için bana yer veren Nasname çalışanlarına teşekkür ederim. Bu cesur tavrı diğer devrimci/demokrat  haber sitelerinden de beklerim.
Recep Tiril
07.01.2011
Recep Tirili`in savunmasini okuyanlar,anlayacaklarki recep Tiril halen jitemci olmadigini iddia etmektedir ve jitem hakkinda tek bir bilgi vermiyor,vermedi,vermeyecektir.  
Hadi bakalim Recep Tirili aklamaya ve paklamaya gücü yetenler yapsin bakalim.
Daha iyi anlasilmasi icin bu linklerdeki yazilari sirasiyla okumak gerekir.
NOT..Recep Tiril ister  fotografini degistirsin,isterse ismini degistirsin.Ne yaparsa yapsin o bir itirafcidir,ve jitemcidir.
jitemin faliyetlerini desifre edecek yazilar yazmadigi müddetce o bir görevli olarak kalacaktir,kendi pisliklerini baskalarinin pislikleri üzerinde temizlemeye hic bir itirafcinin gücü yetmeyecektir.




0-Recep Tiril: Söz Hakkımı Kullanmak İstiyorum!
1-Recep Erkal: İtirafçının böylesi))) 


Hiç yorum yok: